13 Ocak 2008

ALADAĞLAR- Bir Tür Road Trip ve İlk Çıkışlar, 2003

 

 

kursat kaldı gbmangırcı mahmuz- kilitmangırcı mahmuz

Evet; iki aydır Aladağlar’a hiç gitmemiştim ve iyice susamıştım büyük tırmanışlara, uzun rotalara.  Nisan ayı sonunda Antalya’da, Geyikbayırı kayalıklarının  karşısında dikilen Geyiksivrisi Dağı’nın kuzey duvarına girmiştik arkadaşım Kürşat Avcı ile; ama zirveye biraz kala aşırı çürük ve dik bir etaba rastlayınca tırmanışı orada bitirmiştik. Bunun dışında,  Mart ayının başında tırmanmaya gittiğimiz İsviçre’deki  Matterhorn Dağı’ndan beri yüksek bir dağa gitmemiştim; günler paso kaya tırmanışı ve antrenmanlarla, yapay duvarda çalışarak geçiyordu. Ama boltlu rotalarda ve yapay duvarlarda çalışırken geleneksel tırmanışı, takozlarımı da ihmal etmiyordum; çünkü biliyordum ki benim özüm buydu! Üstelik önümde müthiş bir hayal vardı ve gerçeğe dönüşüp dönüşmemesi de şansımızın dışında  emeğimize, çalışmamıza ve özverimize bağlıydı; İsviçre’deki Eiger Dağı kuzey duvarı tırmanışı..

Bunu yapmak için  partnerim Doğan Palut ile belirlediğimiz tarih eylül ayı başlarıydı ve  2003 senesinin ilk aylarından itibaren bunun için yaşıyordum diyebilirim (aynısı Doğan için de geçerliydi!). Başaralım veya başaramayalım, bir hedef için çalışmak, o hedefe ve kendine inanmak çok zevkliydi..

Haziran ayının  başında kış sonundan beri iyi giden havalar dönmüştü; tüm Türkiye oldukça kararlı bir yağış dönemi yaşıyordu. Tırmanış ve antrenman  arkadaşım Murat Akar ile beraber Aladağlarda, Sarımehmet Yurdu Yaylasına kamp attığımız 11 haziran gününde  sabahtan  başlayan sert yağış hemen hiç ara vermemiş ve amaçladığımız çok ip boylu kaya rotalarını tırmanmamız külliyen yalan olmuştu. Bunun yerine, yağmur ve şimşeğin izin verdiği kısa aralarda civardaki birçok kısa rotayı tırmanmıştık fakat sonuç tatmin verici olmaktan uzaktı.. Günlerimizin çoğu çadırın dış tentesine vuran damlalarının patırtısını dinleyip, karşı zirvelere düşen yıldırımları seyrederek ve uzun sohbetlerde  çayla kahveyi abartıp nabzımızı yükselterek geçiyordu!

Neyse ki  bu gezinin dönüşünden çok kısa süre sonra, 18 haziranda Doğan ile Aladağlarda buluşacaktık; öyle de yaptık. Salim Abi bizi bir kez daha  traktörüyle Sarımehmet’in harika bahar  yeşilliğine bırakırken, hava da biraz daha kararlı davranacağa benziyordu. Havanın bize verdiği  sözünü tuttuğu o akşamda, Doğan’ın rengi solmuş bisiklet çadırında sıkışarak yatmak yerine  dışarıda yatmayı tercih ettim ve  yağış altında, çadırda kapalı geçen gecelerin intikamını alırcasına, tırmanışın geri kalan  her gecesinde dışarıda yattım.. her uyanışımda da yıldızları seyrettim üstelik..

Doğan ile ilk hedefimiz, ısınma tırmanışı olarak aşırı zor olmayacağını tahmin ettiğimiz bir rota çıkmaktı; kararımız tam karşımızda dikilen Cıngıllı Beşik Dağı’nın  kuzeybatı sırtını tırmanmak oldu. Doğan ile bizi en çok sıkan ve terleten etap rotanın tabanına Mangırcı ormanındaki patikadan yürümekti; ama onun ötesinde manzaralı, boşluklu ve zevkli bir çıkış bizi bekliyormuş meğer. Giriş etaplarında altı ip boyu kadar, sağlam sayılabilecek ve çok da zor olmayan  bir  kaya sırtını tırmanarak dağın kuzeybatı omzuna vardık. Kırıklı omuzu takiben inişli çıkışlı etaplarla (hatta kısa bir ip inişi ve ince bir yan geçişle) sırtı izleyerek, 1996 haziranında ilk çıkışını yaptığımız kuzey yüzünün üzerinden basit tırmanışlarla zirveye ulaştık.  1996’da bıraktığımız notların ve üstü yazılı taşların varlığını sürdürüyor olması benim için hoş bir sürprizdi. Masmavi, açık  bir gök altında zirveden  çevremizde uzanan rotaları seyrediyorduk.. Klasik rota olarak tanımladığımız güneydoğu yüzünden inişimiz ise dik ve çürüktü; ama dağa yakın bir dereden taze su içmek herşeye değmişti. Kaya tırmanmak ve yürümenin verdiği yorgunluk ve huzurla Mangırcı boğazından kampımıza inmeye başladık. Cıngıllı Beşik  uzun bir tırmanış olmuştu; rotada kısa ve zevkli  teknik etaplar, ardarda rota bulma sorunları ve devamlı dikkat gerektiren  birçok yer vardı (iniş de dahil).

Sarımehmet’teki kamp ortamınız da çok güzeldi; gün boyu güneşte kavrulduktan sonra gölgenin serinliğinde, otların üzerine kıvrılmak bir lükstü bence. Yattığımız yerde yemek üzerine kahve, onun üzerine çay çekiyor, bitmez geyikler çeviriyorduk. Ertesi günü ağrıyan kaslarımıza dinlenmeleri için imkan vermek için geç kalkıp keyif yaptık ve  akşamüzeri saatlerinde boş durmamak için  çevrede kısa tırmanışlar gerçekleştirdik. Yıldızlar çıkıp hava soğuyunca ben yine bivağıma girdim, Doğan da çadıra çekildi ve ertesi gün için  planladığımız  Büyük Mangırcı tırmanışını düşleyerek uyuduk..

Doğan’ın bir süredir üzerinde düşündüğü bir rotaydı bu, adı ise pek değişikti; Büyük Mangırcı Kuzey Mahmuzu (İngilizce north wall spur denilebilir). Tırmandıkça ve okudukça, ikimiz de dilimizde pek olmayan bazı tırmanış deyimlerini Türkçeleştiriyorduk, mesela  spur veya rib gibi.. 

En uzun gün! 21 haziran sabahında  güneş gölgeleri henüz ele geçirmemişken, orman içinden  taze çam kokularını içimize doldurarak ve yaklaşan tırmanışın insanı hafif gerginleştiren beklentisiyle duvarın dibine yaklaşıyorduk.

Sonradan da anlayacağımız gibi, tırmanış şahaneydi ve rota oldukça sağlamdı, hemen tüm Aladağ duvarlarında olduğu gibi  kısa zor etaplarla bezeli kolay bir duvar değildi bu.  On bir ip boyu süren rotada genel zorluk V derece civarında gidiyordu; zor etaplar ise çok dik ve VI+ dereceler civarındaydı. Rotanın en güzel kısmıysa, değişik türlerde tırmanış sağlamasıydı; baca, yüzey, çatlak, kısa negatif, slab, dihedral, dilimli kaya, hatta küçük bir mağara içinden kısa bir tırmanış.. Allah ne verdiyse! Kısacası her ip boyu tırmanıcıya değişik zevkler tattırmak için tasarlanmış gibiydi. Ortalama 350 metrelik bu rotayı ortak kararımızla TD- zorluğunda olarak niteledik. Duvar üzerinde değişik tırmanış  rotaları var ama genel tutarlılık ve hat düzgünlüğü olarak en kayda değerlerinden biri bizimki olsa gerek.

Böylece ardarda iki güzel tırmanış sonucunda ayrılık vakti gelmişti; Doğan Cımbar Boğazında tırmanmaya giderken, ben de jipiyle Ankara’dan gelen dostum Kürşat’la buluştum.

Şimdiki hedefimiz Güzeller batı çanağına çıkmaktı; belki Kaldı Dağı’nın güneydoğu yüzünde bir rota çıkacaktık. Ben toz toprak içinde Salim Abi’nin traktör römorkunda uzaklaşan Doğan’a ve ekibe el sallarken, Kürşat da aracı Emli ormanının kötü yoluna sürüyordu. Şu tozlu yolu  bir kez daha yürümeyecek olmak ne kadar  iyi geliyor insana..

Günün ortası gibi yürümeye geçmeden önceki işimiz  yeni, taze yiyecekleri ve yakıtı, deterjan kokan temiz giysileri çantamıza yerleştirmek oldu. Özlemişim Kürşat’ı; bolca  sohbet muhabbet derken Sıyırma boğazı ve Güzeller batı çanağına vardık. Ancak buradaki eski buzultaş yığınları arasında  olduğunu bildiğimiz ufak  buzul gölünü ararken hava bozup  sert bir dolu ve yağmur bastırdı; neyse ki yaz yağmuru misali kısa sürdü. Türkuvaz renkli ufacık gölü bulup yakınına  tek katlı hafif Gore-tex  çadırımız ‘şırfıntı’yı kurduk; ikimiz de  oldukça yorgun ve biraz da ıslaktık, dinlenmek iyi gelecekti. Hele ki biraz sıcak çay…

23 haziran sabahının erken saatlerinde uyandık ve Kaldı doğu kulvarına girip tırmanmaya başladık. Ancak ‘gerek olmaz abi’  zihniyetiyle kramponları  yanımızda getirmememiz  sert karlı kulvarda  bizi biraz yavaşlattı. Yine de, güneşin duvara vurduğu saatlerde arkadaki Taştepe çanağına inmiş ve rota seçecek konuma gelmiştik. Kaldı’nın güneydoğu tarafı (tam klasik rota – futbol sahasından sırta ulaşınca altta, doğuda kalan yamaçlar) oldukça dik başlayan duvarlardan oluşur; burada derin çatlaklı – kulvarlı birkaç rota vardır. Biz de bunların en solda olanına girdik (Ömer Tüzel’in kitabındaki S21 rotası değil, o rota başka ve çok güneyde, Sivritaş – Kaldı belinde yer alır, ki bizim bu tırmanışta iniş rotamız orasıydı). Rotamız bazen sağlam, bazen de  biraz çürük gidiyordu ve setlerdeki taş – çarşak birikimi çok tehlikeliydi; alt kısımlar sağlam olsa bile rotanın son etapları ümitsizce çürüktü. Dokuz ip boyu kadar dik kulvar ve yüzeyler, bacalar tırmanarak rotanın yattığı yerlere ulaştık. Gerisi klasik rota sırtından zirveye çıkmaktı. Yine eski dost Kaldı’daydık, ne kadar hoş..

İnişi ise hemen her Kaldı – Taştepe tırmanışımız sonrasında kullandığımız Kaldı güneydoğu slab’ından (kitapta S21 rotası olarak geçiyor) yaptık. Buranın en üzerindeki 25 metrelik iniş etabına  her yıl, her sefer sikke ve perlonbant bıraktığım halde, her geldiğimde bunlar sökülmüş oluyor. Onları alan arkadaş zannederim -eminim-  bu yazıyı okumaz ama yine de söylemek istiyorum: lütfen rotalarda bulduğunuz iniş malzemelerini sökmeyin, zira her sökülüşte zaten kıt bulunan sağlam çatlaklar iyice kırılıp genişliyorlar….

Bir kez daha sikke çakarak iniş istasyonu kurduk ve slab’a ip inişiyle ulaştık; toplamda iki inişle üzerinden dereler akan yamacı inerek sabah tırmandığımız koca yüzü tabanından seyrettik. Kaldı’da -çok  tekrar edilir gibi olmasa bile- yeni bir rota çıkmıştık..İnişte Kaldı doğu kulvarındaki kar yumuşak olduğu için sabahki gibi uğraşmadık.

Ertesi günü dinlenme günü ilan ederek kampımızı toparlayarak Sulağan Keler’e indirdik; yattığımız yerdeki  taşların engebesi artık rahatsız edici boyutlardaydı ve sırtımız düzgün zemin istiyordu. 

25 haziran günü amacımız Lahitkaya kuzeybatı sırtını çıkmaktı; burası eskiden beri aklımızda olan ama bir türlü fırsat  bulup da çıkamadığımız, bugünlerde ise sıklıkla tırmanılan bir rotaydı. Tırmanış  genelde sağlam ve zevkliydi. Tabii Lahitkaya’nın üst omuz etapları başka bir mesele; o kısımlar çok kolay olsa da ölümüne çürük.. Yine de ‘aklında kalacağında hatıranda kalsın’ demişler, biz de keyifle tırmandık. Bu rotayı tırmanmanın en büyük artısı, arkasındaki Lahitkaya batı yüzü slab rotasını tepeden seyretmek oldu; bu bana daha sonra yapacağımız çıkış için ilham vermişti. Yiyecekler ve zaman bitmiş, Ankara’ya dönüş günü gelmişti.

Ama tabii ki macera tükenmemişti; döndükten  üç gün sonra – herhalde yeterince bıkmamış olmalıyım ki- bu sefer arkadaşım  Efecan Aytemiz  ile  Niğde’de buluştum ve bir kez daha Aladağlar’a  yöneldik. Efecan  askerlikten sonra artık İstanbul’da yaşamaya başlamıştı; kısaca dağcılık ve tırmanış hayatı her zamankine göre daha kısıtlıydı. Plana göre teknik malzemeyi ben, yiyeceği o getirecekti, Salim Abi’nin evinin bahçesine sabah erkenden  herşeyi yayıp döktük ve paylaştık. Yanımızda teknik tırmanış malzemesinin yanısıra toplam 12 günlük yiyecek ve yakıt vardı; bunun 7-8 günlük kısmını Vayvay  bölgesine taşıyacaktık. Gerisi ise faaliyetimizin ikinci kısmını yapacağımız  Tekepınarı tarafında kullanılmak üzere köyde kalacaktı. Her ne kadar  yiyecek ve yakıt bıraksak da çantalarımız yine  çelik külçe kadar ağırdı..

İlk etapta Salim Abi bizi Emli ormanının sonuna bıraktı ve arrghhh! Yine o meşum orman patikası, Sıyırma boğazının kurak, otlu  girişi.. Neyse ki ‘o da nesi’ diyemeden kendimizi Sulağan Keler kampında bulduk; burada Hacettepeli arkadaşlarımız vardı. Biraz da kendimize kıyak çekerek geceyi burada geçirmeye, ertesi günü de Lahitkaya batı yüzünü çıkmaya karar verdik.

Artık temmuz ayındaydık; 2 temmuz sabahında  Efecan ile Sıyırma’dan karşıya geçip çarşaklı ve taşlı bir araziyi tırmanarak Lahitkaya batı yüzünün tabanına vardık. Rota tabandan oldukça pürüzsüz ve dik, ortasındaki çatlak hatları haricinde de tırmanılması güç gözüküyordu ama tırmanınca gördük ki, çok güzel ve sağlam bir rota; tamamen dik değil ve  rota bulma derdi  hemen hiç yok; ara emniyeti var ve gri, kompakt kayada tırmanmanın estetik zevki bir başka! Bu 300 metrelik boşluklu yüzeyde sekiz ip boyu kadar tırmandık; rotanın kiliti ise  biraz çürük V derecelik bir bacaydı. Sevimli bir rota demek yanlış olmaz..

Artık işkence ve acı çekme zamanı gelip çatmıştı; 3 temmuz sabahı hala külçe kadar ağır olmakta ısrarcı davranan yüklerimizi sırtlanıp Vayvay tarafına yola düştük Efe ile. Hava sıcak ve  çok terliyoruz; hatta  bir ara bundan o kadar bıktım ki, şaka yollu olarak  Efe’ye Sıyırma boğazının sonunda, Güzeller’in  kuzeyinde kamp atıp buralarda tırmanmayı bile teklif ettim! Ama o, kendi deyimiyle ‘eye of the tiger’ durumundaydı, daha önce görmediği Vayvay’a, Kokorot boğazına geçmek isteğini bana bir şekilde (!) kabul ettirdi.

3200 metredeki Küçükcebel – Sulağankaya geçidinden aşıp arkaya inişimiz beklediğimizden kısa sürse de, herhalde ikimiz de çarşaklara, sırtımızdaki yüke ve kayalara bolca sövdük. İşte böyle anlarda Efecan’ın iyice açılan çenesi işe yarıyor; insan walkmen dinleyerek yürür ya hani..! Kokorot boğazının (haritada Kokarotlu olarak da geçer) adının nereden geldiğini betimleyen acı kokulu yeşil dağ bitkileri arasından boğaz tabanına indik. Geniş kar alanlarının altındaki her yerde dereler, sular çağlıyordu ve Vayvay’ın efsanevi kuraklığından eser yoktu. Dağ yıllar önceki durumundaydı, son derece bakir ve uzak, el değilmemiş.. Kampımızı Sulağankaya’nın görkemli kuzey duvarının tabanına attık. Zemin dümdüzdü; burada daha önce kamp kurulmuştu belli ki. Hatta yanmış bir kot pantolonun düğmelerini bulmak ve bunun üzerine yorumlar yapmak bizi bayağı güldürdü.

Günün kalanını, ‘şırfıntı’mızı kurduğumuz iki iri kayanın tabanındaki gölgede yeyip içerek  ve konuşarak getirdik. Günlerden 4 temmuz.. ABD’nin kuruluşu mu, arkadaşımız Burak (Akkurt)’ın İstabul’daki gidemediğimiz düğünü mü?Bizim açımızdan sadece temiz bir tırmanış günü!

Günün hedefi,  Yedigöl platosunun sırtlarından göreli beri hep hayal ettiğim Boruklu Dağı Kuzey yüzü kar-buz kulvarı idi. Rotanın tabanını görmemiştim; ama gelmeden önce eskilerde uzaktan çektiğim resimleri incelemiştim biraz. Sabah soğuğu içinde yola çıkıp Boruklu’nun  güney duvarı tabanından dağın batısına dolandık; yerde sert kar vardı. Ve en nihayet dağın kuzeyine  dönerek müstakbel rotamızın girişine varmak üzere buz çekiçi – krampon kuşandık. Olduğumuz yerden rotamız gözükmüyordu.  Yaklaşık 40 – 45 derece eğimli  sert kardan, duvar tabanı boyunca uzun süre yan geçerek kulvarımsı tarzda başlayan bir yer bulduk; burada eğim dikleşip duvar başlıyor ve kaya ile kar 10 metre kadar derinlikte, bir metre genişlikte ve dibi  karanlık gözüken  bir rimaye (duvar ile kar alanını ayıran ana çatlak) ile ayrılıyordu. Evet!! Artık kulvara giriyorduk. Efecan ıslak ve buzlu ama sağlam bir  baca olan ilk ip boyunu gitti; hızını alamayarak sonraki ipi de devam etti ve böylece 100 metre kadar III, IV derece tırmanarak sert karlı kulvarın kendisine vardık. Çıkarttığımız kramponları tekrardan  takarak  200 metrelik dikleşen kulvarı çıktık; burasının sonunda eğim  55 derecelere varıyordu. Kulvarın yüzeyi düşen irili ufaklı taşlar nedeniyle delik deşikti.. Kar kulvarımız mağarayı andıran bir yapının altında bitince kayadan devam ettik ve III+ derecelik dik yüzeylerden  emniyetle ilerleyerek  zirvenin  50 metre altındaki bele çıkıverdik!

Çok net ve doğal bir hattın ilk çıkışını yapmıştık. Kimbilir bahar sonunda içi tamamen buz doluyken nasıl güzel bir tırmanış olurdu bu? Hayırlısı, nasılsa yine geliriz bir gün.. Rota, Aladağlardaki sayılı kar-buz-kaya rotalarından birisi (Kaldı kuzey buz kulvarı, Kaldı Sivrisi 1- süperkulvar rotası gibi) ve derecesi kabaca  AD- denilebilir.

Oooh, zirveden manzara bir kez daha harika, zaten Boruklu’nun 3548 metrelik sivri, ayrık  doruğu oldukça manzaralıdır. Buradan yarın için  düşündüğümüz  Sulağankaya kuzeydoğu sırtı rotası (kuzeydoğu dihedrali) net olarak gözüküyor. Belki..Yiyip içmeyi izleyen anlarda kısa bir sırt yürüyüşüyle Ortadağ zirvesine geçtik ve buradan da Efecan’ın ısrarıyla Tayyare çukuruna. İlla da görecekti oraya 1950’lerde çakılan tek pervaneli Hurricane IIC savaş uçağının kalıntılarını.

Böylece çukura indik ve rastladığımız eğri büğrü, kapkara paslı parçaları incelemeye başladık – tabii çanağın tabanındaki sert kara gömülü olmayanları.. Yıllar içinde  buraya gelip gittikçe uçağın bazı ilginç parçalarını toplamıştık; mesela Kürşat’ta enteresan  bir gösterge, bende de 20 mm. çapında paslı çelik mermi çekirdekleri vardı. Ama Efecan’ın bugün yapacağını yapmayı hiç düşünmemiştik; uçağın 10 küsür kiloluk pilot camı ön zırh çerçevesini  toplayıp götürmeyi yani! Adamımız paslı parçaları buz çekiciyle kanırtarak kırıyor, ufak metal parçaları ayırıyordu. Bu sahneyi  bir yerden hatırlıyordum; 1998 yılında Kafkasya’da, Elbrus dağının eteğindeki Priut 11 kulübesi yakınında kurduğumuz yüksek kampta da  Efecan bunu yapmıştı ama o zaman bir uçak parçasını değil, namlusu eğrilmiş ve tahta kısımları  olmayan bir Sovyet makineli tüfeğinin paslı hücum nişangahını söküyordu. Yapabilseydi eğer, eminim ki aşağıda gördüğümüz 40 kiloluk silahı (20 mm. çapında bir topun paslanmış namlusu ve mekanizması) da götürecekti ama neyse ki bunu yapamadı!!

Tayyare çukurundan gebere gebere, ine çıka ve daha çok çıkarak kampımıza yükseldik. Bugün için canımız çıkmıştı ama  bunun üzerine bir de gidip dereden su almamız gerekiyordu.. Günü, esen rüzgarın serinliğinden haz duyarak ve uzun uzun yiyip içerek sonlandırdık. 5 temmuz sabahında, önceki günün yorgunluğuna rağmen dinç kalktık ve toplanıp boğazın doğusuna, Sulağankaya doğu çanağına  yürüdük. Bu koca çanak, tek açık  tarafı olan doğudaki girişi haricinde dik kaya duvarları ve keskin zirvelerle çevriliydi, nefes kesici bir yer.. Pürüzsüz, sarı renkli Sulağankaya doğu duvarı herşeye egemen geniş omuzlu bir mahluk misali bize tepeden bakıp küçümsüyordu. Bizim rota olan kuzeydoğu sırtı ilk kez 1955 yılının ağustos ayında iki İtalyan dağcısı (Nino Corsi ve Walter Mejak) tarafından  çıkılmış ve henüz ikinci bir çıkışı yoktu, oldukça da dik ve sert gözüküyordu. Önce şaşırtıcı derecede sağlam ve boşluklu, kızıl-sarı-gri renkli kulvarlar ve bacalar tırmanarak, sonra da ipi toplayıp bir slab etabını serbest giderek dağın kuzey zirvesiyle esas  zirvesinin arasına çıktık, burada ardarda ufak zirveler ve  çok keskin kılçıklar aşarak zirve kütlesine yöneldik.

Kilite gelmiştik, zor ve boşluklu gözüken  masif gri bir slab bizi bekliyordu. Bu 60 küsür metrelik etabı Efe lider tırmandı ve  zorluğa V derece dedik, ancak ara emniyet oldukça – sinir bozacak kadar- kıttı. Neyse, devamında  görece rahat ip boylarıyla  tam zirvenin 50 metre yanına çıktık. Güzel bir çıkış olmuştu; herşeyden önce dağın bu kadar uzak ve unutulmuş bir köşesinde tırmanmak değişik bir duygu idi. İşte bizim unutulmuş dağlarımız..

Böylece  500 metrelik bu rotada dokuz ip boyu kadar tırmanmış ve ilk Türk tırmanışını (biraz geç de olsa!) yapabilmiştik. İlk tırmanışı yapan İtalyanlara da helal olsun, nereden, nasıl öğrenip  buraya gelmişler de çıkmışlar?

Fakat gerçek macera inişle beraber başlıyordu. Biten sularımızı  şırıl şırıl akan bir kaynakta doldurduktan sonra dağın Sıyırma boğazına inen batı yüzüne, ‘şeytan rampası’na yöneldik; önce yanlış  bir yere girerek altımızdaki uçurumdan düşürdüğümüz taşların 300 metre aşağıdaki çarşağa çakılışını dehşetle izledik! ‘Yav, şeytan rampasının sonu böyle değildi!!!..

Neyse ki sonunda gerçek rampayı bulup, çift iple bir ip boyu iniş ve serbest tırmanışla boğaza kadar alçaldık. Ama ne yazık ki kampımız Kokorot’taydı ve Küçükcebel geçidini bir kez daha aşmak için çarşaklarda kanırarak kampa ancak vardık. Sen o kadar kayayı tırman, sonra da günün sonunu böyle yürüyerek bitir! Efecan’ın  hasta tedavi yöntemlerini dinleyerek kampa varabildim.. Açlık, açlık.. deli gibi yiyoruz. Tüm gün  boyunca yediğimiz ancak birer çikolata biraz da kraker. Neyse ki, askerlerin koyduğu  mükemmel prensip Vayvayda da işliyor: ‘eşek gibi taşırım, kral gibi yaşarım..’ Biz de tam öyle yapıyoruz: kral gibi yiyoruz..     

Velhasıl, yorgun argın kalktık ertesi sabah ve  tüm günü yatıp dinlenmeye ayırdık; gün boyunca tek yaşayan yaratıkları korkak bir koyun sürüsünden ibaret olan bu ıssız  boğazda rotaları seyredip sohbet ettik. Ertesi gün geri dönecektik; Salim Abi bizi Emli’de, ormanın sonunda bekleyecekti çünkü.

Şafakla kalkıp  erkenden toplanmamızı  günün ilk ışıklarında yapılan terletici bir çarşak çıkışı izledi. Geçide çıkışımız Efecan için daha bir zorlu oldu, zira sırtında bir de uçak enkazı taşıyordu!

Salim Abi, bizi traktörüyle  geceyi geçireceğimiz Demirkazık dağevine götürmeden önce, bize bir süredir gözümüzde tüten ev yemeklerinin yanısıra, taze sebze ve yoğurt yedirdi.. Sonra da köyün bağrında iltihaplı bir yara gibi gözüken yeni dağevine yerleştik ve akşamı da ön tarafta kamp kuran federasyondan arkadaşlarla muhabbet ederek geçirdik. Ertesi gün ikimizin de midesi kötüydü;  oldukça tatsız ve bitkin hissediyorduk.  Bunun bir sebebi de  sabah Cımbar kanyonu içinden Tekepınarına, ter içinde kalarak ve sıcaktan bunalarak çıkmak zorunda olmamızdı herhalde. Neyse..

Tekepınarı’nın sakin akşamı kayda değer güzellikteydi; alacakaranlık çökerken üzerimizdeki  koca kayanın tepesinden iri boynuzlu dağ keçileri kafalarını uzatıp uzatıp kampımızı seyrediyorlardı!Günlerden  9 temmuz, rota Küçük Demirkazık kuzey duvarı.. Yıllar önce gelip bazı yerlerini beyhude  tırmanmaya çalıştığımız ve 2000 yılında da duvarda mahsur kalmış iki arkadaşı tepeden iplerle inerek ulaştığımız için rotayı iyi tanıyorduk.

Tekepınarı’ndan rotanın başladığı bacamsı girişe varmak kısa sürdü; daracık, kanyonu andıran bu girişten sonra II, III+ derecelik basit  kayalarda serbest yükseldik. Zamanında cennet bahçesi olarak  isimlendirdiğimiz  yeşil, sulak setin hemen altından tırmanmaya başladık, rota devamlı olarak sola yükselerek, sağlam yapılı kulvar ve sırtları izleyerek bizi götürüyordu. Kaya oldukça sağlam ve ara emniyet noktası nisbeten boldu. Kurtarma operasyonundan ve önceki denemelerden kalan sikke ve malzemeleri de  buldukça kullanıyorduk. Onuncu ip boyunda kilit etaba vardık; burası  koyu gri renkli, su ile aşınmış, masif ve  neredeyse 50 metrelik, negatif eğim içeren bir yüzeydi; üzerinde üç ayrı çatlak hattı vardı. Bu etap gücümüzü ve zamanımızı çalsa da tırmanabildik; kurtarmadan kalan bazı sabit malzemeler (stopper takozları, perlonlar ve  karabinlerle ekspresler) de epey işe yaradı! Rotanın kiliti V+, VI+ A0 derecesindeydi. Taktığımız malzemelere tutunarak bazı yapay hamleler yapmıştık; hatta bir an Efecan’ın  buz çekiciyle dry tooling  yaptığını bile gördüm! Gerisi biraz daha rahatlayan rotanın en sonunda 150 metrelik serbest tırmanışla zirve sırtına vardık.

Ah, burayı hiç unutmam; Kürşat ile  1995 şubatında batı yüzünün ilk kış çıkışını yaptığımızda, hemen zirveden önceki bu keskin sırtta ne biçim  tırmanmıştık. Eski günler nasıl da gerilerde kalmış.. Zirveye varmak  bize sadece  bir rahatlama hissi vermiş ve klasik rotadan inişe başlamamıza neden olmuştu. Efecan’ın isteğiyle doğu yüzündeki klasik bacamsı kulvardan iniyoruz ve bir dağ keçisi sürüsünü önümüzden  kovalayarak  vadi tabanına geliyoruz..

Adamımın yüzünde sıkıntılı bir ifade var; midesi oldukça bulanıyor.. Eh, tabii, köy bakkalından aldığımız o yumurtalar şüphesiz bozuktu. Böylece, bir sefer daha kamptayız. Vay be, tırmanış çok güzel ve nitelikliydi. 550 metre yükseklikteki rota genelde çok sağlamdı ama oldukça karışık ve rota bulma becerisi gerektiren tarzdaydı; toplamda 12 ip boyu tırmanmışız. Kilit etap ise gerçekten zor, sert ve uzundu.

Efe’nin midesi gece boyunca hiç iyi değildi, hastalığı ertesi gün de devam etti. Dolayısıyla  gün boyunca kampta kaldık ve akşama doğru o da biraz iyi hissedince Tekepınarı’nın ikinci kolunda, aşağı devam eden boğazın kayalarında uzun süre kısa kaya çalıştık. Harika ve uzun bir negatif, koca cepler, dinamik hamleler, uzun yan geçişler, kayanın mükemmel renkleri ve dokusu.. rotadaki çürük taşları temizleyeceğiz diye paniğe verdiğimiz gariban ufak bir kuş.. Ama artık eve dönmek vaktiydi. Ben biraz yorgundum; dinlenmek ve bolca yemek (özellikle de taze şeyler!) istiyordum, partnerim ise mideyi feci tarzda bozmuştu ve bu yüzden de canı çok sıkkındı. İshalin onun üzerindeki yan etkisi ise, son derece sessiz ve konuşamaz bir hale gelmiş olmasıydı!!

Bu onun için ölüm demekti:-)

Nasılsa bir ara  buraya geri dönecektik. Dağı ardımıza bakmadan  terkettik…

                                  TUNÇ FINDIK  Ağustos 2003

Bu yazı yorumlara kapalı.