17 Ağustos 2009

ALADAĞLAR- OKSAR T. Güney yüzü ilk kış tırmanışı, 2009

guney_aladag-panorama-a.jpgoksar-t.jpgaladag-006.jpgaladag-021.jpgaladag-020.jpgaladag-027.jpgaladag-033.jpgaladag-040.jpgaladag-041.jpgaladag-052.jpgaladag-064.jpgaladag-053.jpgaladag-090.jpg

 

Türkiye’de dağcılık deyince akla ilk Aladağlar gelir; hani şu ‘Türkiye’nin Alpleri’ olarak da geçen Niğde’deki Aladağlar’dan bahsediyoruz. Gerçek manasıyla bir sıradağ olan,  görünce insanı heyecanlandıran sivri dorukların, dik kaya duvarlarının  olduğu, geleneksel ve sportif kaya tırmanışı, kış dağcılığı, tur kayağı, yürüyüş gibi doğa sporlarının yapılabildiği bir  dağ bölgemizdir Aladağlar.

1927 yılında bölgenin en yüksek dağı olan 3756 metrelik Demirkazık Dağı’na tırmanan Alman dağcı Dr. Künne ve rehberi Veli Çavuş’tan sonra, bölge sportif amaçlı dağcılıkta tanınan bir yer haline gelmiştir. Günümüze kadar her milletten dağcının değişik zorluklarda tırmanışlar yapmasıyla Türkiye’nin dağcılık açısından en önemli yeri olarak tarihteki yerini almıştır. Aladağlar, 3500 metre üzerindeki onlarca zirvesi ve beş ana vadisi ile Adana- Niğde- Kayseri illerimiz arasında yer almaktadır. Bölge, ekim ve mayıs ayları arasında büründüğü beyaz kar örtüsü ile daha da etkileyici bir manzaraya sahip olur ve kış vakti Türkiye’nin dört bir yanından hevesli dağcıları mıknatıs gibi çeker.

Her dağcı gibi, kışın bembeyaz örtüsü  yüksek dağları kaplayıp daha da büyülü bir hale getirince, bizim de kalbimiz pırpır etmeye başlamıştı- dağlarda bir tırmanış yapmak isteği içimizde yanıyordu! Ancak kış dağcılığı genellikle pek kolay olmaz çünkü kendine has riskleri vardır, mesela çok soğuk hava, hareketi engelleyen derin ve batak  kar, bazen görüşü sıfıra indiren tipi veya  her dağcının korktuğu çığ   düşmesi gibi.. Bu nedenle dağ koşullarının iyi olmasını bekledik ve aradığımız güzel şartlar ocak ayı sonunda oluştu. Artık dağlara gitme vaktiydi.

Aladağlar’a ulaşmak için Niğde’nin Çamardı ilçesinin Çukurbağ ve Demirkazık köylerine gitmemiz gerekiyordu.Güneşli bir Anadolu gününün ve Ankara’dan beş saatlik bir araba yolculuğunun  sonunda Aladağlar karşımızda, bulutlar arasından gözüktü. Bu, tipik bir kış Aladağlar gezisi başlangıcıydı. Niğde’nin Çamardı ilçesinin Çukurbağ köyündeki eski dostumuz, konuksever ağbimiz Salim Uçar’ın  evinde bir gece uyku, sıcacık soba başında yenen şahane köy yemekleri ve demli çay, ardından da sabah erkenden traktöre binerek tırmanışı yapacağımız Emli Vadisi’ne hareket. Dağa ulaşım için yürüyüşün başlayacağı yaylaya, normalde kışın kar yüzünden  araba ulaşamıyor. Yürümek yerine zamandan tasarruf için tuttuğumuz traktörün üzerinde soğuktan uyuşan el ve ayaklar, yüzümüze vuran buzlu hava, motor gürültüsünden sağır olan kulaklar duymazken konuşmaya çalışmak.. Yürümeye başladığımızdaysa, traktörün az önceki gürültüsüne tezat sağır edici sesssizlik,  ormanın güzelim taze çam kokusu, karlı, bembeyaz kar kaplı ağaçlarla dolu bir vadi, insanı kendi içine döndüren sakinlik.

Bu muhteşem yere her gelişimizde bir sefer daha hayran oluyoruz gerçekten, işte insanı Aladağlar’a tekrar tekrar çeken de bu olsa gerek… Sırtımızda, içinde  birkaç günlük kamp ve tırmanış yükü olan ağır çantalarımız, karda bata çıka yürüyerek kamp yerimize varıyoruz. Burası Emli Vadisinin sonunda Kocadölek denilen karlı  bir dağ çanağının içi. Çevremiz sarp, karlı kayalık doruklarla çevrili. Hacettepe Üniversitesi’nin kış eğitim kampındaki arkadaşlarımızın şamatası günümüzü şenlendiriyor! Kar üzerine çadırımızı kuruyoruz. Bezden evimize yerleştiğimizde sakin bir gece geliyor – hava soğuk ve durgun, kapkaranlık gökte binlerce yıldız göz kırpıyor ve yarın havanın iyi olacağını bize müjdeliyorlar. Benzin ocağında pişirdiğimiz çorba, patlıcan kızartmalı makarna ve bol miktarda çaydan oluşan akşam yemeğimiz bitince, birdenbire sıfırın çok altına düşen ısıda, uyku tulumlarımızın kalın ılıklığına kaçıveriyoruz.

Tırmanışa gitmek üzere, ertesi gün erkenden (daha gece karanlık iken) uyandık ve hazırlandık. Kış günü çok kısa (10 saat gün ışığı), rotamız oldukça uzun (tabanından 1500 m. kadar) ve doğal olarak gün ışığını en verimli şekilde kullanmamız gerekiyor.. Yeni günün ilk ışığı karlı dağları solukça aydınlattığında, hala gecenin soğuğunu tutan kayalara tırmanmaya başlamıştık. Giderek dikleşen ama asla aşırı zorlaşmayan kayalık uçurumlar arasından  rotaya girdik. Rotanın bu kısmı otlu ve boşluklu yarlardan oluşuyor; arada köşelere sıkışmış, tozarmış eski  sert kar var. Tırmandıkça ve yükseklik aldıkça manzaramız açılıyor; sabahın keskin güneşi dağları önce pembeye, sonra turuncuya boyuyor!

Karşımızda silindir şekli ile, Emli vadisinin sembolu Parmakkaya.. Üzerimizdeki yamaçlardan irili ufaklı taşlar dökülüyor, bunun sebebinin tırmandıkça bizden kaçan ufak bir dağ keçisi sürüsü olduğunu anlıyoruz. Boz renkli, beyaz kuruklu dağ keçisi çok güzel bir yaratık. Biz tırmandıkça  kayalık sırtların ardından uzun boynuzlu kafalarını uzatıp bize bakıyor ve hemen kaçıyorlar. Bir dağ keçisi olmak, hep dağlarda dolaşmak  isterdim doğrusu.. hayat onların be.

Kaya tırmanışının bittiği yerde başlayan buzlamış, sertleşmiş kar yamacında  krampon ve kazma kuşanarak tırmanışa devam ettik. Bazen sert, bazen derin batan uzun bir kar kulvarını tırmanıyorduk. Havanın ısısı, sabahın ilk  güneşinin bize değmesiyle anında sıfırın üzerine fırladı. Sabah soğuğunda güneşin gelmesini  iple çekiyorduk ama bir süre sonra, gerek yaprak kıpırdamayacak kadar sakin hava, gerek yakıcı dağ güneşi, gerekse hızlı yükselmekten terlemeye ve yorulmaya başladık doğrusu. Tabi hava ısısının artmasıyla kar da hızla yumuşayıp bataklaşmaya başladı. İlerleme hızımız birdenbire azalmıştı..

Buna rağmen, ayaklarımız altında yükseldikçe açılan manzaramız, Aladağlarımızın tüm güneyi idi. Öğleden sonranın ilk saatlerinde, dağın yüksek sırtlarına çıkıp  yüksek Yedigöl Platosu’nu seyredecek konuma geldik. Yedigöl platosu güzel ve yüksek, çevresi kayalık duvar ve dağlarla çevrili bir dağ çanağıdır, adını içerdiği irili ufaklı buzul göllerinden alır. Yüksek plato, kışın olağandışı bir ıssızlık abidesidir adeta.

Önceki günler hakim olan şiddetli rüzgarın buzlattığı karlı sırtlardan zirveye adım adım çıktık. Böylece hem Oksar Tepe’nin ilk kış tırmanışını, hem de bu dağın güney  yüzü’nün ilk kış çıkışını yapmış oluyorduk! Ortam olağandışı dinginlikteydi; sarı kireçtaşı, bembeyaz kar,  lacivert gök ve parlak mavi gölgeler arasında iki ufacık insan.. Tabiatın milyonlarca yıl önce yarattığı bu doğa harikasının uzak bir ucunda, inanamaz gözlerle çevremize bakıyoruz. Güneş artık batıya doğru alçalıyor, hava gündüz kazandığı ısısını kaybediyor. Bir gece daha adım adım dağlara çökmek üzere.. Gökyüzü gündüzki koyu lacivert rengini kaybedip uçuk maviye dönüyor, ardından da kıpkızıl güneşin batarken boyadığı turuncuya. Dağlardaki gölge ve ışığın bir kaleidoskopun içindeki gibi olağanüstü oyunları beni her zaman büyülemiştir. 

Zirveye varıldığına göre, artık inmek zamanıydı. İniş rotamız çıktığımız yerden farklıydı, daha kolay bir rotadan inecektik. Ancak bu, derin ve batak  kar nedeniyle sinir bozucu oldu. Önceki günlerin poyrazının batı yönden süpürüp doğu yamaçlara yığdığı derin, tabakalı karı yararak  indik- bazı yerlerde bele kadar batarak ve olası çığ tehlikesini dikkatle inceleyerek..

Sıyırma vadisine ulaştığımızda dizlerimiz yorulmuş, derin karla boğuşmaktan  bedenlerimizde hiç sıvı kalmamıştı. Tırmanışımızı toplam on saat gibi bir sürede bitirdik, akşamın uzayan buzlu gölgesinde kampınıza ulaştık. Bizi kendimize getirmek için sıcak bir bardak kahve gerekiyordu;  kaybettiğimiz kalorileri geri almaya yarayacak güzel yemekler, yorgunluktan betonlaşan bacakları gevşetecek birkaç esneme hareketi, ardından  ılık uyku tulumu ve derin uyku bizi beklerdi..

Bu, bizim için yılın (2009’un)  ilk  Aladağ tırmanışı oldu, umarım ardından başka sağlıklı ve neşeli tırmanışlar bizi bekliyor! 

Bu yazı yorumlara kapalı.