13 Ocak 2008

ALADAĞLAR-Tökezleyen Bir Kaldı Kış Tırmanışının Hikayesi, 1994..

1992 ve 1993 yıllarının kışında Aladağlar’ın 3734 metrelik Kaldı zirvesinin ikinci kış çıkışı henüz yapılmamıştı. Hoş, o dönemde ve öncesinde  Türkiye’de az sayıda  kış çıkışı yapılmaktaydı. Aladağlar’ın belli başlı doruklarının ilk kış çıkışları 1970’lerde bizim tanıma şansımız olmayan ve başlarını Bozkurt Ergör’ün çektiği büyüklerimizce  yapılmıştı ve Demirkazık, Kızılkaya, Alaca gibi zirvelerin en çok ikişer kış çıkışı vardı. Ama Kaldı’nın, 1972 yılında Yalçın Koç ve Hüseyin Özbek tarafından güney ormanlarından yaklaşılarak yapılan  ilk kış tırmanışı dışında hiç kış çıkışı yoktu.. 1990’ların başına gelindiğinde Türkiye’de Ağrı, Erciyes ve Hasandağı dışında hemen hiç kış çıkışı yapılmıyordu; hele teknik yerlerin adı ağıza bile alınmıyordu. O zamana dek yapılmış en düzgün kış tırmanışı Demirkazık batı rotasıydı – ki bugünün kış tırmanış standartlarında oldukça basit bir rotadır (burada, Kaldı’nın Avcıbeli Geçidinden olan klasik rotasının teknik seviyesi düşük ama mukavemet ve iyi hava şartları gerektiren bir tırmanış olduğunu belirtmek gerekir). Hal böyle olunca, Kaldı’nın ikinci kış çıkışını yapmak için o günün dağlara giden ekipleri arasında adı konulmamış, açık olmayan bir rekabet başladı. Hemen herkes, her kış birkaç kere Emli’den Kaldı’ya çıkmayı deniyordu; bunlara biz de dahildik! Derin kar, uzun süreli  fırtınalar ve çığ tehlikesi derken, herkes şu ya da bu nedenle tırmanışı bir türlü yapamıyordu; belki o zamanlar hava daha kötü ve kar daha derindi, belki de malzeme veya motivasyon çok eksikti.. Ancak hiçbirşey biz o zamanın genç tırmanış heveslilerini yıldıramıyordu, değişik stratejiler ve yaklaşımlarla, bıkıp usanmadan dağa ardarda taarruzlar sürdürüyor, hemen her seferde de bir nedenle ricat ediyorduk. Bu andığım arkaik zamanları bugünlerle karıştırmayın (gerçi ben bunu diyecek kadar ileri yaşta biri değilim!), o kışlarda yürüyüş   köye ulaşınca başlardı ve kar derin olduğu için genelde Arpalık veya Sarımehmet yurdu yaylalarına ilk gün varılamazdı; her iki- üç günde bir sert kar fırtınaları olurdu ve dağlarda olağandışı miktarlarda kar birikirdi. Aslında geçtiğimiz 2002-2003 kışı bu bahsettiğim türdeki kışlara iyi bir örnektir..Herneyse, 1993 yılının sonunda mevsim kışa döner ve yılbaşı yaklaşırken biz de (daha o sene yazın beraber tırmanmaya başladığım arkadaşım Kürşat Avcı ile) Kaldı’ya  Emli Boğazı yerine güneyden, Karanfil Dağları yönünden yaklaşmayı deneyecektik. Güzel bir yaklaşım yürüyüşü ve ardarda iki kamptan sonra müthiş bir yağışla  beraber kara gömülerek ve çadırımızı zor kurtararak evimize kaçtık.. (ancak 1994 yılının şubat ayında Emli boğazından ve Avcıbeli Geçidi üzerinden yaklaşarak Kaldı’nın ikinci kış tırmanışını yapabildik). Okuyacağınız hikaye, 1993 -1994 yılbaşında yaptığımız ve zirveye ulaşamadığımız tırmanışa aittir, tırmanış günlüğümden biraz değiştirilerek (ve bugün için farklı olduğunu hissettiğim bazı detayları ekleyerek) sunmak istedim.Bu yazıyı yazdıktan kısa bir süre sonra, arkadaşım Kürşat Avcı’yı Demirkazık  Dağı kuzey duvarı tırmanışında kaybettim. Dile kolay, on uzun yıldır beraber tırmanmıştık. Onun aziz hatırasını burada bir kez daha sevgiyle anıyorum..  

31 ARALIK 1993

Ankara’nın köhne AŞOT garajından kalkan külüstür Niğde Seyahat otobüsünde derin uyusam ve yolun nasıl geçtiğini anlamasam bile, Niğde terminalinde şafaktan önce indiğimizdeki derin soğuğu ve sefalet hissini asla unutmuyorum. Sabırla bekleyerek ve yolculuk ederek, saat dokuz gibi Çamardı’nın Yelatan köyünün Cevizlik mahallesine vardık ve çantalarımızı sırtlanıp derin, taşlık bir kanyona girdik. Daha önce bu rotadan bir Alaca kış tırmanışı yaptığım için araziyi tanıyordum. Hızlı ilerliyerek, yerde tahminimizden az kar olduğuna sevinerek ve terkedilmiş yaylalardan geçerek Alaca Dağı’nın güney tabanına kadar geldik. Kaldı’ya tırmanmak ümidi bizi ateşlemiş durumdaydı; ama seyahat yorgunluğu ve sırtta ağır çantayla ilk günün verdiği tükenmişlik akşam olurken bizi yakaladı.. Alaca’nın güneyinde, 1:25.000 ölçekli haritada Çeloluğu olarak adı geçen ve 1950 metredeki bir geçide ilk kampımızı kurduk. Bu gece yılbaşı..Yolda şakır şakır akan derelere rastlamamıza rağmen kamp yerimizde  bir gıdım olsun su yoktu, biz de kar eritip su elde ederek  yemekte pastırmalı bulgur yedik. Sıra birbirimize ‘mutlu noeller’ (o zamanki espiri oydu, Amerikan filmlerindeki gibi ‘mutlu noeller’ diyerek dalga geçerdik) demeye gelince, ufak bir şişeye doldurarak taşıdığımız ahududu likörünü ve bir parça çilekli çikolatayı dostum Kürşatla paylaştık.. mütevazi bir yılbaşı kutlaması. Çikolatanın tümünü bitirmedik ve bir parçayı da zirve için sakladık. Kış akşamının bu erken saatinde bile hava kapkaranlıktı ve yorgunluğun etkisiyle sızıp kaldık. Sabaha kadar uyanmamayı beklerken geceyarısında sert bir rüzgarın çadırı hırpalamasıyla kendimize geldik. Çadırın bagajını tutturduğumuz kazıklar rüzgar ile sökülmüş, tente patlama sesleriyle uçuşuyordu. Mecburen sıcak uyku tulumunu terkedip dışarı çıkarak, buz kazmalarımızdan biriyle bagajı donuk toprak ve kara sabitledim ve üşüyerek çadıra geri girdim. Gecenin ilerleyen saatlerinde azan fırtına ile bagaj bir kez daha söküldü ve yine sabitlemek zorunda kaldık; bu kez Kürşat’ın içi malzeme dolu kocaman çantasını  çadırın rüzgar aldığı ve ezildiği yöne dayadık. Tilki uykumuz sabah olana kadar sürdü. Gece yaşadıklarımız ilerde olacakların ufak bir habercisi miydi acaba?

 

1 OCAK 1994

                Yeni yılın ilk gününün sabahında hava olması gerekenden çok daha ılık ve maalesef tamamen griydi. Rüzgar azalmıştı ama devamlı esiyordu. Peynirli yumurta, bazlama ekmeği, çay ve yulaflı çikolata barından oluşan kahvaltımızı ediyoruz (vay be, o zaman dağa yumurta götürürmüşüz- hatta ezilmesin diye altılı karton kutuda ve kask içinde taşırdık!). Gece biraz kar yağmıştı ama  ıslak beyaz kalıntılar günün ilk saatlerinde hemen eriyiverdi ve kamp yeri  tekrardan çamur oldu. Hafif bir yağmur altında sessizce toplanarak doğu yönünde yürümeye başladık. Kötü hava güneyden geliyor, arasıra bulutlar arasından güneş parlasa bile havanın gittikçe bozduğu belli. Garip bir inançla havanın açacağını zannediyoruz. Yolumuz üzerinde geçtiğimiz boş yaylalar,  kışın yağışıyla akan sular ile şırıl şırıl. Baharda kimbilir nasıl yeşil ve canlıdır buralar? Şimdi ise boz – beyaz renklerde ve sonsuz ıssızlıkta..                Bir süre yan geçerek yükseldikten sonra Avcıbeli Geçidi’ne çıkan vadiyi ayırdedebiliyoruz artık. Alaca, Kaldı, Taştepe zirveleri sis yüzünden hiç gözükmüyorlar. Biz de Avcıbeli’ne çıkan sırt yerine onun bir yanındaki vadinin öbür sırtından yükseliyoruz; en azından  burada kar çok az ve yürümek rahat. Kayadan kayaya sıçrayarak hızla yükseliyoruz. Sis ve kar bastırıyor iyice, Kürşat önümden gidiyor. Mola verme gereği duymuyoruz. Kolumdaki saatin altimetresi 3000 metreyi, saat kadranı ise onbiri gösteriyor. Hiçbir detayı görmeden, süt gibi sis ve bulut içinde tırmanıyoruz yamaçta.. Kar derinleşti ama bazen batsa bile genelde çok sert. Yarım saatte kayalık bir sırt hattına varıyoruz; altimetre 3170 metre diyor. Kötü havanın alçak basıncı nedeniyle 100 metre yüksek gösterse, demek ki 3050 metre civarındayız, burası Avcıbeli’ne çok yakın olmalı, ama görüş sıfır. Termostaki soğuk şekersiz çaydan birer fırt çekip, taşların altındaki eğimli bir kar alanını kürekle düzelterek çadır yeri açtık. Bu arada fırtına iyice sertleşti.                Acele çadırı kurduk ve Kürşat kar duvarı kurma işiyle uğraşırken ben de içeri girip ortalığı düzenledim, çantaları istifleyip matları serdim, benzin ocağını kurup hemen kar eritmeye başladım. Çadırın içerisi sırılsıklam olmuştu; bunun nedeni de çadıra girerken fırtına ile kaçınılmaz olarak içeri dolan ıslak kardı. Kürşat da az sonra işini bitirip içeri girdi; heryeri kar olmuş, kardan adam misali bembeyaz! Neşeyle gülüp sırıtıyoruz, artık son adımdayız ve Kaldı’nın zirvesinin sadece 600 metre altındayız. Kısaca hava açtığı anda zirveye çıkacağız (hala umutluymuşuz demek!)  Koca bir tencere çay haline gelen erimiş kar ile puding, çikolata, müsli, çorba ve kahve tüketerek karnımızı iyice doyurduk.. Yapacak iş olmadığı ve dışarı da çıkamadığımız için  biraz uyukladık sonra. Rüzgar gittikçe hızlanıp arttı dışarıda, çadırın ıslak olan heryeri çatır çatır dondu, rüzgarın savurduğu kar naylonun üzerinde sert çıtırtılara neden oluyor.. Gece bastırırken zaten sisli ve gri olan hava hızla koyu griye ve zifire döndü. Artan soğuk nedeniyle kalın uyku tulumlarımıza girip derhal ısındık ve uykuya geçtik. Kısa sürede karın ve yelin sesini duymaz oluverdik..                Geceyarısı son derece sessiz bir ortamda garip hissederek uyandım. Çadır hiç sarsılmıyordu, içi daha bir daralmış gibiydi ve ortam sırılsıklamdı; üstelik de ılıktı. Bunun nedeni ise zavallı çadırın tamamen, iki metre kar altında gömülerek  adeta bir iglo haline gelmiş olmasıydı! İçerisi aşırı havasız kalmıştı. Söylemesi kolay yapması zor olan şey ise, dışarı çıkıp bu iki metre karı temizlemekti yoksa ya havasızlıktan boğulacaktık ya da çadırın direkleri kırılacak ve bizi gömecekti. Gecenin gönüllüsü Kürşat oldu ve üşenmeden  ceketini, pantolonunu, tozluklarını giyip dışarı çıktı. Tabii ki biz duymasak da dışarıda fırtına var gücüyle esiyordu. Adamım yarım saatlik bir mücadeleden sonra çadırın üzerindeki karı kürekle açmıştı, heryeri buz içinde içeri girdi. Artık çadırı koruyan kalın  bir kar katmanı olmadığı için dışarıdaki rüzgarın gümbürtüsünü duyuyorduk ve  çadırı tarumar etmesini, sallamasını, silkelemesini hissediyorduk. Şimdi rahat uyumak hayaldi; korkunç ve sarı bir ışık saniyenin bir anı içinde herşeyi aydınlattı ve karanlıkta birbirimizin göz aklarını bir an için gördük! Gökgürültüsü bir an sonra izledi, demek ki çok yakındaydı şimşek. Bir elektrik fırtınasının tam içine düşmüştük, neredeyse açık bir sırttaydık ve kazmalar, batonlar çadırı sabitlemek için karda dikiliydi (biz o an bilmesek de, tüm metal malzeme karın bir metre altında zararsız tarzda duruyorlarmış, paranoya işte). Gecenin tüm kalanında şiddetli ışık ve korkunç gümbürtüler ardarda bizi taciz ediyor, ikimiz de tırsmış durumdayız ve elimizden gelen birşey yok, yatıp günün ışımasını beklemek dışında tabii. 

2 OCAK 1994

Gün ışırken sonsuz bir sessizliğe uyandık. Medeniyetten birkaç bin metre yüksekte, şehirde alışık olduğumuz tüm seslere uzak iki dağcı.. Sessizlik o kadar yoğun ki, insan neredeyse kalbinin güm güm attığının bile sesini duyuyor.Donup sertleşmiş kapı fermuarını açıp dışarı bakınca koyu gri, büklüm büklüm ve kalın bulutların aşağılara çöktüğünü gördük. Ama hava açık değil, yüksekte yine gri bulut tabakaları var fakat en azından arada mavi gök de görülüyor.. Çadır ise gece sanki Kürşat iki metre karı hiç kürememiş gibi, neredeyse tamamen kar altında yine. Günün doğacağı bu en soğuk saatte, bu kez ben herşeyimi üzerime giyip kar temizlemek için ‘dış dünyaya’ çıkıyorum.. Rüzgar kesintisiz esiyor ama geceki kadar kuvvetli değil; Kürşat’ın geceyarısı çalıştığı şartlarla asla karşılaştırılamaz. Yarım saat içinde çadır yine tamamen temizlendi ama şekli bozulmuş- çubuklar eğri büğrü olmuşlar.. Allahtan çadır  beş çubuklu, ya hafif gidelim diye iki çubuklu dandik bir çadırla gelmiş olsaydık?Çadırı kürekle temizlerken  dış tentede kaçınılmaz olarak ufak delikler açtım ve ne yazık ki, yürüyüş sopamın birini kardan çıkarırken bir boğumunu kırdım..İşimi bitirip çadıra girmeden önce bulutların hızla yükseldiğini gördüm. Tam bundan önce çevremizdeki zirvelere göz attım; Alaca Dağı ve arkamızdaki Kaldı’ya bağlanan sırtlar tamamen bembeyazdı, kayalar asla gözükmüyordu. Sis çevremizi bir kez daha kaplayıp bizi beyaz bir hiçliğe boğarken çadıra daldım ve kahvaltı için kar eritmeye başladık.Havanın açmasını hala umuyoruz, bu arada burada birkaç gün yatabiliriz bile – yeterli yakıt ve yiyeceğimiz var. Kamp yerimiz Avcıbeli geçidinden daha yüksekte, 3200 metrede ve Avcıbelinin doğusundaki 3400 metrelik sırt zirvesine giden  güneydeki sırtın üzerindeyiz.Günü öldürüyoruz.. sıkılmaya başladık. Sohbetler tükeniyor, kırık batonu onarmaya çalışıyorum, benzin ocağını temizliyoruz, bol çay ve kahveye takılıyoruz, arada neyse ki çeşitli olan yiyeceklerden atıştırıyoruz, havayı, sisi ve bulutları seyrediyoruz.. Kürşat’ın uydurduğu ‘cüz’ adlı garip oyunu yiyecek ambalajlarına çizerek oynuyoruz.. zaman geçmiyor! Üç metrekare yere, kafesteki aslanlar misali sıkıştık.Arasıra bulutlar incelip güneş çadıra belli belirsiz vurunca mutlu oluyoruz. Bulutların üzerinde, Kaldı’nın zirvesinin güneşte  pırıl pırıl parladığını hayal ediyorum; belki hava oturursa bu gece yola çıkarız.. Akşamı son bir tencere çay ile karşılıyoruz. Hava kararırken bulutlar aşağılara, vadilere akıyor ve işte beklediğimiz manzara: yıldızlar gecenin soğuk, yalnız ve karanlık varlığını ak ak yararak bize göz kırpıyorlar, sanki her zamankinden daha yakınlar – veya biz mi onlara yakınız? Çok uzakta Adana’nın ışıkları parlıyor.. hava açtı! Sevinç ve doldol içinde, hareketin yakınlığını kemiklerimizde hissederek kar eritip sabah için 3 litre sıvımızı hazır ediyoruz. Yatmadan son kez dışarı bakış: hayır olamaz, aşağılardan çirkin bir gece iblisi misali devasa, kara bir kütle yıldızları kapatarak geliyor.. kara bulut beraberinde rüzgarı bize getiriyor ve az sonra da kar taneleri çadırımıza vurmaya başlıyor. Herşeyi oluruna bırakıp  umarsızca yatıyoruz. Belki de geldiği gibi gider.Gece dünkünün aynısı. Berbat bir tipi çadırı sarsıyor, her delik ve dikişten çadıra toz halinde  kar giriyor. Bu durumda çıkış yattı; fazla zorlanmadan sabah dönme kararını aldık. İşkence tüm gece sürüyor; sarı çadırımız kısa sürede sarsılmaz hale geliyor çünkü bir kez daha tamamen karla kaplanıyor. Çöker mi? Umarım hayır. Havasız ve ıslak çadırın içinde, kesik kesik  de olsa uyuyoruz. 

3 OCAK 1994

Fırtına kesintisiz bir gümbürtü halinde artık. Taze kar anormal derecede kalın yığıldı dışarıda. Çadırın içinde çantaları toplamadan önce,  kısa ve net kahvaltımızı çay, kepekli bisküvi ve çikolata ile yaptık. Dışarı çıkmadan önceki son işimiz, çadırın küçük  bagajındaki karlara  eğri büğrü şekillere girerek işemek oluyor çünkü dışarıdaki tipide bu işi yapmak olanaklı değil.Önce ben çıkacağım dışarı, herşeyimi sıkıca giyindim; sadece gözlerim açıkta. Çadırın üzerini örten karları yararak dışarı çıktığım anda (hani kutupta denizaltılar buzu yarıp yüzeye çıkar ya, öyle!) nefesim kesildi, rüzgar oldukça sertti. Rüzgar yönüne kafayı çevirip bakmak  neredeyse olanaksızdı, ayakta durmak da zorluyordu.. Tipi ile savrulan karlar ağzıma ve gözlerime hızla doluyordu. Buna rağmen bir saat kadar uğraşarak çadırın üzerindeki karları küredim, ama küredikçe de o hızla yeniden kar yığılıyordu.. Az sonra Kürşat da  çantalarla beraber dışarı çıktı ve bana yardım etti. Küfrederek, derin karlara belimize kadar batarak çadırı sökmeye başladık, umarım sökerken patlatmayız. Çadırı bir kazma ile kara sabitleyip  önce donmuş dışını sonra da çubuklarını ayırdık. Hayal meyal hatırlıyorum; sarı dış tente adeta bir yamaç paraşütü gibi rüzgarla dolup elimizden kaçmak için delicesine çırpınıyordu.. Metal çadır çubuklarının eklem yerleri kaskatı donmuş ve ayrılmıyorlar, ben de donuk yerleri birleşme noktalarına hohlayarak çözmeye çalışıyorum. Yanımda Kürşat da aynısını yapıyor. Bazen dudağım  soğuk metale değince yapışıyor, tam çömez hatası! Bu iş sayesinde ağzımın içi buz gibi oldu ama çubukları da topladık. Artık barınağımız yok.Nihayet, paketine giremeyecek kadar donuk  ve hacimli olan çadırı, içinde ve dışında on kilo kadar karla beraber Kürşat’ın (ödünç aldığı ve ona büyük gelen) devasa Lowe çantasına basıyoruz.. Çadırı o taşırken, bende de tüm kalan yiyecekler, yakıt, ocak, tencereler ve kürek var. Artık fırtınanın ortasında ve hazırız. Ama nereye? Görüş sıfır ve hava süt kadar beyaz, rüzgar tayfun kıvamında esiyor, kar baldır derinliğinde.. herşey olumsuz. Elimizdeki tek bilgi: kuzeyimizde 3400 metrelik bir sırt hattı var ve bu sırtı aşarsak Parmakkaya’nın olduğu Direktaş (Avcıbeli) boğazına, oradan da bildik Emli Boğazına inebiliriz. Solumuzda bir yerlerdeki Avcıbeli Geçidine yan geçmeye çalışırsak hem yolu yitirir hem de  görmeden tehlikeli çığ çanaklarına girebiliriz.. Sırta doğru gitmeliyiz, elimizdeki tek yön bulma kaynağımız basit bir pusula. Böylece elimde pusula, öbüründe tek bir sopa, ardımda  Kürşat, dizlerimizin üzeri batan karda yükseliyoruz. Fırtına tek bir çığlık misali uluyor.. Çadırı kurtarmak ve fırtınada hazırlanmak yordu bizi, nefes nefese bıraktı doğrusu. Yola, daha doğru olarak önümdeki karlara uzun uzun bakamıyorum, gözlerime karlar doluyor. Zaten ağzım ve kirpiklerim çoktan buz tuttu; bakıyorum Kürşat da bu durumda.. Kısarak bakabildiğim gözlerim sadece pusulanın kırmızı ibresi ile N harfini çakıştırmaya yarıyor. Bir an bile o doğrultudan, bizi eve götürecek kutsal kuzey yönünden çıkmıyoruz. Tek elimdeki sopa ile önümü yokluyorum ki bilmeden sırta varıp bir kornişi delerek öbür yana uçmayayım!Yükseldikçe ve sırtın korumasını terkettikçe tipi azıtıyor, böylesine sık rastlanmaz.. Kaçışımız gittikçe zorlu bir hayatta kalma sınavına dönüşüyor sanki.  Asırlardır yürüyoruz gibime geldi, ne kadar da uzun sürdü? Sadece beyaz bir boşluk ve N harfi, sadece bilinçsiz adımlar.. Bazen rüzgar zorlu bir patlama ile kendini aşıyor ve o zaman  ileri atılan adım diğerine karışıyor, sendeleyip kara batıyoruz.. Nerede bu sırt, hala varamadığımız için  içimde şüpheler uyanıyor. Neyse ki tüm soğuk ve rüzgara karşın el ve ayaklarım sıcacık. Ve de asla ümitsizliğe kapılmıyoruz, görüş olmamasına rağmen nerede olduğumuzu kabaca biliyoruz ve yaşamımızı her şartta sürdürecek tüm malzememiz var yanımızda. Kar ve buzun içinden uç veren her boz renkli taş sırta vardığım hissini uyandırıyor ama yok, henüz değil..Sırta çıktığımızı bir kar yığınına boğazıma kadar gömülünce anlıyorum. Kürşat’ın tipi  içinden boğuk ve çatlak gelen sesi beni korniş olasılığına karşı uyarıyor.. 3350 veya 3400 metredeyiz, gözlerim  ha açık ha kapalı farketmiyor; zaten görüş de sıfır. Fırtınanın gücü nedeniyle sırtı izlemeyerek doğrudan önümüzdeki yamacı inmeyi kararlaştırdık.. Ama yamaç kuzeye bakıyor ve tabii ki taze, derin kar yüklü. Tek söz etmeden aşağı inmeye başladık. Altımız gözükmüyor. Sırtın iki metre altında duruyoruz, rüzgar burada biraz daha az. Kürşat’a dönüp ‘Tanrı yardımcımız olsun!’ diyorum, baş sallıyor. Evet, ihtiyaç olacak gibi..Durumumuz çok da parlak değil. Önümüz gittikçe dikelen bir eğimde derin kar..Ya altı uçurum çıkarsa? Bu durum gerçekleşirse, bu havada geriye çıksak bile kesin yolu kaybederiz.. Neyse, oyalanmadan inişe başladık. Allahtan kar derince ve kaysak da hemen hız yitirip durarak, hızlıca iniyoruz. Bazen kısa kaya setleri ve ufak dik yerler geçiyoruz, ama tipi daima tam suratımıza esiyor ve görüşümüzü, algılamamızı etkin tarzda engelliyor. Çığ ihtimalinden tedirgin olmaya başladım çünkü her iki yanımızdan da  toz halinde karlar  devamlı uçuşarak akıyor. Yamacın bir yanı kayalık uçurum; boşluk  hissi de gittikçe artıyor. Yapacak birşey yok. Bazen belime kadar batarak saplanıyorum; ama genelde rahat iniyor gibiyiz, şimdiden yüz metre yükseklik kaybettik bile. Neyse ki yamacın altı korktuğum üzere uçurum filan çıkmadı, hayal meyal nereye indiğimizi anlıyorum. Bir an sonra  dik ve uzunca bir kayalığın başına geldik, ben kayayı geri geri tırmanarak inmeye çalışırken Kürşat bana seslendi, döndüğümde ise orada, yukarıda değildi. Bir de baktım ki beş metre aşağıda kara batmış duruyor! Meğerse bastığı yer kaymış ve aşağı yuvarlanmış.. Neyse ki düştüğü yer çok derin ve az eğimli kardı da  bizimkinde bir hasar yoktu. ‘Bekle, birazdan ben de düşeceğim!’ diye söylenerek de olsa yanına inebildim. Tek sopasını kaybetmişti, biraz aşağıda bulduk… Kısa sürede eğim oldukça azaldı; artık aşırı batmadan iniyoruz, fırtına da biraz olsun gücünü yitirdi. Kısacası bakınca önümüzü görebiliyoruz artık!Yamaç bitti ve düze indik. Avcıbeli geçidinin kuzeyinde olmalıyız. Yine pusulayı kullanarak  sis içinde kuzeye, Akşampınarı yönüne iniyoruz. Kamikaze inişi yaptığımız yamacın Avcıbelinin kuzeydoğusundaki kayalık yüzey olduğunu  şimdi anladım.Şiddetle ve kuşbaşı taneler halinde yağan karın altında bata çıka zorlukla ilerliyoruz. Boğaz tabanı çok batıyor gerçekten de, tozluklar filan para etmiyor (o zaman ikimizde de eski, rektifiye edilmiş adi tozluklar vardı),  paçamızdan sıyrılıp duruyorlar ve içleri kar dolunca ayakkabılara kar giriyor.. İkimiz de derin karda iz açmaktan yorulduk ama yine de sırayla değişerek gidiyoruz. Görüş 250 metreye kadar uzadı. Moralimiz çok yüksek, arasıra hararetle sohbet ediyoruz ama bu gidişten sıkılmaya başladık. Bildiğimiz yerlerde olmak güzelmiş meğerse. Parmakkaya’ya gelirken tanıdık taşlar bizi karşılıyorlar.. Kar dengesizleşti, bir batıp bir batmamaya başladı – bir an belimize kadar derin, bir an taş kadar sert. Ağzım ve ceket kapşonum çevresinde koca bir tomar buz var, arasıra durup bunu kırmakla uğraşıyorum. Ancak 2000 metrelere doğru inince ısı garip şekilde arttı ve kar da sulusepkene, sonra da basbayağı yağmura döndü. Sıçan gibi sırılsıklamız ikimiz de, hele Kürşat’ın kaztüyü anorağı cılk ıslak, saydamlaşan kumaşın içinden tüyler gözüküyor..Gri bir dünyanın içinden Parmakkaya’nın karlara bitişen kökü gözüküyor. Bata çıka Akşampınarına ve oradan da ormana giriyoruz. İnanamıyorum ama burada 10 santim kar var sadece!Sarımehmet Yurdu’na varmadan durmamak kararındayız. Ağaçların üzerinde tam bir yılbaşı gününü andırırcasına karlar var ve tek eksik olanlar yılbaşı süslemeleri ile turuncu sokak ışıkları! Yeniden kar yağmaya başladı, hem de lapa lapa. ‘Mutlu Noeller!’ diye  bağırıyoruz ormanın içinde deliler gibi! Karın böyle yağması  o anda hoşumuza gitmiş olmalı. Uzaktan yankılanan büyük bir gümbürtü eğlencemizi kesiyor: önce gökgürültüsü zannediyoruz ama sonra bunun çığ olduğunu anlıyoruz.. Sis içinde hiçbirşey göremiyoruz ve yorgun argın yürümeye devam..Sonrası hızlı ve olaysız gelişiyor: Sarımehmet’e yaklaştığımızı müjdeleyen Kaletepe, ardından Sarımehmet Yurdu, kesif tarzda yağan yağmur ve her yerin leş gibi çamur olması, berbat köy yolu. Üstümüzden sular sızarak bir kelerin içinde çay ve bisküviyle yemek yiyoruz.. sonra yine yola devam. Nihayet köyün minaresi gözüktü (O zaman cep telefonu da yoktu ki Sarımehmet’e varınca köyden Salim Abi ve traktörünü çağıralım! Hoş, paramız da yoktu zaten). Böylece son altı saatte 20 kilometre kadar yolu kaçarcasına almıştık..Sonunda Martı deresi mahallesinden otostop yaptığımız köylü, bizi  hacı muratıyla Demirkazık Dağevi’ne attı da kuru bir yere kavuştuk. Çıkardığımız ıslak giysiler ancak ertesi güne kurudular…

Bu yazı yorumlara kapalı.