CHO OYU (8205 m.)Tibet- Himalaya 2005
fotoğraflar: Thierry Auberson, İsviçre
CHO OYU- TÜRKUAZ TANRIÇAYA TIRMANIŞ
Nepal vizesini pasaportuma bastırarak havaalanını terkettiğimde Katmandu’da güneşli bir sabahtı. Günlerden 4 eylüldü ve Dünyanın en yüksek altıncı zirvesine, yerel adı ‘Turkuaz Tanrıça’ olan 8205 metrelik Cho Oyu Dağına Tibet’ten tırmanmak için gelmiştim. Tibet! Adı anıldığında dağların tepesindeki manastırlar ve bordo – sarı renkli cübbeler giymiş Budist rahipleri akla gelen sihirli, ruhani ülke – çok merak ettiğim bir mekan, doğunun dağ insanı Sherpa’ların esas anavatanı, dağlar arasındaki yüksek bir plato.. ve Dünyanın en yüksek doruklarına, Himalaya Dağlarına evsahibi olan yer!
2005 yılı sürerken, sevgili dayım Dr. Yücel Tanyeri’nin sponsorluğuyla Himalaya’nın engebeli, buzlu yolları bir kez daha önümde açılmıştı. Uzun yıllardır gitmeyi çok arzu ettiğim Cho Oyu Dağına, bu sene baharda Nepal’deki Pumori Dağı’na beraber tırmandığım tanınmış Amerikalı dağcı Daniel Mazur’un ekspedisyonu ile gitmeyi planlamıştım; bir kez daha, olabilecek en az masrafla tırmanış giderlerini paylaşıyordum. Tırmanış muson yağışının bittiği dönemde, eylül ayı başında başlayacaktı – bu nedenle de, önümde Türkiye’de tırmanmak üzere tüm yaz vardı. Cho Oyu tırmanışı öncesinde Aladağlar’ımızda uzun süre duvar ve kaya tırmanarak zaman geçirmem ve arkadaşlarım Nasuh Mahruki ve Ertuğrul Melikoğlu ile, rahmetli dostumuz Kürşat Avcı’yı anmak üzere Kafkasya Dağlarına tırmanışa gitmemiz benim açımdan harika bir yükseğe uyum süreci sağladı. Uluslararası tırmanış ekibimiz 11 milletten, ikisi bayan olmak üzere 22 dağcıdan oluşuyordu ve ekibin çoğu dağcılıkta oldukça deneyimli kişilerdi. Ekspedisyon liderleri konumundaki Hollandalı Arnold Coster ve İngiliz Philip Crampton ile daha önceki Nepal tırmanışlardan tanışıyordum. Ekibimizde, bize Tibet’te katılacak olan üç Tibet’li tırmanıcı Sherpa da vardı. Ayrıca, Tibet’li mutfak ve kamp ekibimiz de bize orada, sınırı geçince katılacaktı.
Böylece 6 eylül günü bir kamyon dolusu yükümüz ve bir otobüs dolusu insan ile Katmandu’dan çıkıp yollara düştük. Sisli, yağmurlu cangıllar arasından, Bhote Kosi nehrinin kıvrılan yatağını izleyerek Nepal- Çin sınırına, kuzeydoğuya doğru ilerledik. 7 saatlik yolculuğumuz aslında olduğundan çok daha kısa sürebilirdi ama Nepal yolları her zamanki kadar berbattı. Sonunda sınırdaki formaliteleri aşarak, 1770 metredeki Kodari köprüsünden Tibet’e, daha doğrusu 1950 yılından beri Çinlilere ait olan Tibet Otonom Bölgesine geçtik- fakat sınırda Çinliler paranoyaklık derecesinde hassas oldukları SARS hastalığına karşı ateşimize bakıp, bizi klor türünde bir sıvı ile fisfıslayarak dezenfekte etmeden önce değil! Çin topraklarına geçmenin bir garipliği de merkezi Çin saatine uyum sağlamak. Fiziki olarak çok büyük bir ülke olan Çin’in her yerinde Pekin saati uygulanıyor; ülkenin hiçbir yerinde saat farkı yok ve Nepal’den sınırı geçince saati bir anda 2 saat 15 dakika ilerletiyorsunuz. Yani sabah çok geç oluyor ve gece de geç geliyor! Sınırı geçip önceden ayarlanmış arazi araçlarına binerek geceyi yemyeşil, sulak ama çok çirkin yapılardan oluşmuş bir sınır kasabası olan, 2200 metredeki Zhangmu’da geçirdik.
Çin Halk Cumhuriyeti, çok turistik olsa da hala koyu komünist bir ülke ve elinizi kolunuzu sallaya sallaya gezemiyorsunuz; hemen herşeyin bir izni ve formalitesi var. Bu ülkenin dağlarında etkin olarak tırmanabilmenin de en akıllıca yolu CTMA (Chinese Tibetan Mountaineering Association- Çin Tibet Dağcılık Birliği) ile işbirliği içinde çalışmak. Bu durumda onların gösterdiği yerlerde konaklayıp yiyor, onların sağladığı jip konvoylarıyla gidip geliyor, tırmanış izinlerini onlardan alıyor ve onların verdiği mihmandar ve liaison officer (iletişim subayı) eşliğinde seyahat ediyorsunuz. Biz de böyle yaptık: 7 eylül günü derin ve sulak kanyonlar içinden, oradaki adıyla ‘Nepal- Çin Dostluk Karayolu’ boyunca sürerek yüksek, kurak Tibet platosunun kıyısına çıktık. Adı Tibetçe’den ‘cehennemin kapısı’ olarak çevrilebilen, 3700 metredeki Nyalam kasabasında geceleyecek ve yükseğe uyum için iki gün kalacaktık. Tıpkı Zhangmu gibi çirkin şekilde yapılaşmış, göz yarası olan bu kasabanın çevresi 5000-6000 metrelik keskin hatlı zirvelerle çevrili.. Buradaki tek dinlenme günümüzde 5000 metrelik kolay bir zirveye yürüyerek çıktık. Açık havada, uzaklarda parlayan geniş buzullar ve dünyanın ‘en alçak’ 8000’liği- 8013 metrelik Shishapangma Dağı gözüküyordu.
9 Eylül günü erken saatlerde jiplere doluşup, yüksek dağ yollarında bol toz kaldırarak, Büyük Tibet Platosuna giriş kapısı olan 5200 metrelik Torong La geçidini aştık. Gün sonunda gecelediğimiz yer 4200 metre yükseklikteki tozlu Tingri kasabası oldu. Son günlerin en etkileyici manzarası buradaydı: 4000 metrede bir çölü andıran bu platonun güneyinde göz alabildiğine uzanan tüm Himalayalar.. Doğuda Makalu masifi, ortada Everest’in muson karıyla beyazlamış piramidi, üstü kesik Gyachung Kang ve geniş zirveli Cho Oyu, batıda geniş ve yayvan Shishapangma.. Yeryüzünün en yüksek bir dizi doruğu karşınızda ve tek bakışta hepsi gözüküyor! İnsanın dizlerinin bağını çözen, kudretli bir manzara gerçekten.
Tibet hiç düşündüğüm gibi mistik ve sihirli bir ülke çıkmadı. Manastırlar sadece turistik amaçlı olarak açık, Çin’lilerin Han kültürünün etkisi her yerde ve ortamda Tibetliden çok Çinli var. Tibet’liler son derece sefil ve düşkün durumdalar- genelde açlar ve istisnasız fakirler, yerleşimler son derece pis ve ilkel, yaşam koşulları sefil! Tibet kültürü diye bir şeyden hemen hiç eser yok, Budizmin doğduğu yer Tibet olsa bile, Tibet Budizminin Nepal’de çok daha gelişkin olduğunu görüyorsunuz. Ama Tibet, doğasının görkemi ve güzelliğinden hiçbir şey kaybetmemiş; ‘büyük gökler’ kavramını burada çok iyi anlıyorsunuz. Tepenizdeki atmosfer cam gibi temiz ve insan yapısı hava kirliliği yok; on kilometrelerce uzaklığı çok yakınmış gibi görebiliyorsunuz. Günbatımındaki renkler daima inanılmaz: sarı, mor, pembe, yeşil, gri, kızıl, turuncu.. Kısacası, çok etkileyici bir yüksek irtifa bozkırı burası.
10 eylül günü, toz yutturan sarsıntılı jip yolculuğumuz devam ediyor ve Cho Oyu’nun 4900 metredeki Çin Ana Kampı’na ulaşıyoruz; burada aklimatizasyon için iki gün kalınıyor. Artık kamp düzenindeyiz; çadırlarımızda geceliyor ve kurduğumuz mutfak ve yemek çadırlarında bize günde üç öğün düzgün yemekler çıkaran Tibetli aşçılarımızın yaptıklarını yiyoruz- seyahatimiz sırasında yediğimiz kötü yemeklerden sonra çok daha hijyenik ve tadı yerinde yemekler! Tırmanış eşyalarımızı tasnif edip, kilolarına göre ayırıyoruz.. Ana kampa taşınacak tonlarla ve kutularca yük var, dağ ve ana kamp yiyecekleri, mutfak için gaz tüpleri, çadırlar, teknik malzeme ve yüzlerce metre ip, kişisel malzemeler.. Bu esnada, kampın ardındaki 5600 metrelik adsız bir zirveye yükseğe uyum tırmanışı yaparak Cho Oyu’nun tam karşıdan harika resimlerini çekmeyi de ihmal etmedik. Görkemli, büyük ve bembeyaz, buzullarla kaplı bir dağ Cho Oyu.. tırmanacağımız rotayı ilk defa bu kadar detaylı görebiliyoruz.
Takvim sayfası 14 eylül’e dönerken, Cho Oyu’nun 5600 metrelerdeki esas ana kampına, Gyabrag buzulu boyunca iki günde 25 km. kadar yürüyerek varıyoruz. 75 Tibet öküzü (yak) ile taşınan tonlarca yükümüz ise bu engebeli, soğuk ve rüzgarlı yolculukta bize eşlik ediyor.. Sonunda ana kamptayız ve nihayet organize olup tırmanışa odaklanabileceğim için mutluyum.
Cho Oyu Dağı üzerinde normalde üç yüksek kamp kullanılıyor; 6400 metrede 1. kamp, 7000 metrede 2. kamp ve son kamp olan 7500 metredeki 3. kamp. Benim amacım, bu dağa hem oksijen kullanmadan hem de 3. kampı hiç kullanmadan çıkmak!Dağdaki ilk günlerimizde hava oldukça dengesizdi ama ama yağışlı muson döneminin bitmesiyle giderek düzeldi. Ekspedisyonun ikinci yarısından itibaren soğuk, daima açık ve oturmuş bir hava durumu hakim oldu. Fakat, ilk günler neredeyse her gün yere kar düştü ve istisnasız her akşam tipi yaptı.
Tırmanıştan önce tüm ekip ile yaptığımız bir iş de, buzulun kampa yakın kısmındaki dik yamaçlarda sabit hatlar kurup insanların sabit hatta tırmanış, iniş, yan geçiş ve kar- buz üzerinde tırmanış becerilerini tazelemek oldu. Bu görevi de ben, Arnold ve Phil üstlendik. Bütün bir gün boyunca, ısrarcı tipiye rağmen sıkı eğitim- öğretim yapıldı ve ben de günün sonunda uzun uzun ‘buz bouldering’i yapma fırsatı yakaladım. Bu şekilde tırmanış fiilen başlamış oldu. Genel olarak ele alırsak, dağ üzerinde, her seferde planlamış olduğum (giyecek, yiyecek, gaz ve teknik malzeme içeren) yükleri taşıdığım toplam dört sefer yaptım: ilk seferde 1.kampa yük taşıdım ve hemen ana kampa indim, ikinci seferde 1. kampa çıkıp yattım ve 7000 metredeki 2. kampa keşif yaparak ana kampa indim, üçüncü seferde 1. ve 2. kamplarda yatıp ana kampa döndüm. Dördüncü ve son seferde ise 1. ve 2. kamplarda yatıp, 7000 metredeki 2. kamptan doğrudan zirveye tırmandım. Dikkatle planladığım aklimatizasyon seferleri gerçekten mükemmel işlemişti! Tırmanış, toplamda tahminimden de kısa sürmüştü: ana kamptan zirveye 13 gün.. Hayatımın bu döneminde, yıl içinde o kadar çok dağda ve yükseklerde kalıyordum ki, yükseğe uyumum kesinlikle çok doğal bir hal almıştı.
Cho Oyu dağının tırmandığımız kuzeybatı yüzü teknik açıdan oldukça basit ama yüksek mukavemetin yanısıra dağ becerisi ve tecrübe gerektiren bir rota; genel olarak bir buzul ve kar rotası. 1. kampa çıkışta Gyabrag buzulunun buzultaş yığınları üzerinden 6 km. kadar gittikten sonra, ‘misery hill- sefalet tepesi’ olarak bilinen, 400 metrelik çarşaklı tepeye tırmanılıyor. Bu etap yürüyüş ayakkabılarıyla yapılabilecek kadar basit. 6400 metredeki 1. kamp dar ve uzun bir buzul sırtı üzerinde kurulu. Buradan çatlaklı, bazen keskinleşen ve ortalama eğimi 35-40 dereceyi bulan uzun sırtlar üzerinden tırmanıp, 2. kamptan önceki en büyük engel olan ‘icefall- buz duvarı’ etabını çıkıyorsunuz; burası rotanın en zorlu sayılan etabı ve üzerinde sabit hat ipleri olan 55-60 derece eğimli, kabaca 100 metrelik bir buzul duvarı. Bu etabı tırmanınca geniş, düz ve gizli çatlaklı bir buzul platosuna, ardından da orta eğimli kar- buz yamaçları ile 7000 metredeki geniş, düz bir omuza kurulu 2. kampa çıkılıyor.. Benim kullanmadığım 3. kamp ise, 7500 metrede dar bir buzul- kaya omzu üzerine kuruluyor.
Zirve tırmanışı zamanı geldiğinde, artık herkesin ne derecede aklimatize olduğu belliydi ve grubumuzda performansı benzer, birarada hareket eden ekipler oluşmuştu. Ben de, ya bizim Sherpalarla ya da benimle benzer bir aklimatizasyon planı uygulamış ve aynı konumda olan İsviçreli arkadaşlarım Thierry ve Francois ile tırmanacaktım.. O anki duruma göre, ikinci seçeneği uygulamaya tırmanmaya karar verdim ve İsviçrelilerle beraber, zirve amaçlı olarak önce 1. kampa, sonra ertesi gün 2. kampa tırmandık. Böylece 25 – 26 eylül’ü bağlayan soğuk gecede, 7000 metredeki 2. kamptan üç kişi yola düştük. Burada zirve tırmanışımı günlüğüme yazdığım gibi aktarmak istiyorum:
Çin saatiyle gecenin 01.20’si (Nepal saati ile 23.00) idi ve hava buzzz gibi ve de zifiriydi. Gökte yıldızlar olmasına rağmen ne kadar karanlıktı! Kafa lambası ışığında başladığımız yolculuğumuz kendi iç dünyalarımıza gömülmemizle sessizce devam ediyordu. Tempolu olarak karı kramponlamaktan ibaretti o anki yaşam.. Bunu tek bozan olay, bir süre sonra Francois’in midesi rahatsız olduğu için dönmek zorunda olup, gerilerden seslenmesiydi. Artık iki kişiydik- koca, soğuk ve acımasızca karanlık bir dağda sadece iki küçük insan- iki küçük lamba ışığı.. Herhalde –20 derece civarı olmalıydı ısı. Thierry benden elli metre kadar öndeydi, bakmıyordum ona ama orada olduğunu hissediyordum. Saat 04.30 gibi 7500 metredeki 3. kampa ulaştık ve kısa bir mola için boş bir çadıra daldık. Biraz sıcak sıvı, biraz çikolata.. Durmanın bize hiç yararı yok, yola devam etmek gerek! Eğim biraz daha dikleşiyor, hava ısrarla zifiri karanlık hala. Ama o da nesi, lanet kafa lambam arıza yapıyor, öne eğilince sönüp, dikilince yanıyor! Gıcık.. ilk ışıkla beraber yemin ederim fırlatıp atacağım onu, o kadar çok kızdım! 7600 metre civarında gecenin karanlığı garip şekilde bölünüyor, doğudan hilal olduğunu anımsadığım ay çıkıyor. Aşağılardaki 5000- 6000 metrelik zirveler bu garip, soluk mavi ışıkla yıkanıyor. Yol uzun, bitmek bilmiyor, zaman ölçüsü tamamen kayboldu bende. Ne kadardır yoldayız? Sonsuz tadında bir tempoda gidiyoruz. Allahtan, hava çok sakin ama akciğerleri dağlayan bir soğukluk ve kurulukta.
Uzaklarda, belki de yüzlerce kilometre ötede bir yerde şimşekler çakıyor ve yüksek bulutları apansızın aydınlatıyor. Ama bunun için endişelenecek bir durum yok. Sadece fantastik bir görüntü..
7700 metrede ilk sabit hat ipleri ve ‘yellow band- sarı bant’ olarak tanımlanan kaya bandına ulaştık. Karanlıkta, beyaz LED ışığının aydınlattığı kadarını görerek tırmanıyoruz; 8 -10 metrelik kısa ama buzlanmış bir kaya bacası bu, IV derece filan olmalı zorluğu ve dik. Sorun çıkarmıyor. Bunun üzerinde de 100 metre kadar 50-55 derece eğimli sert karı kazma krampon ile, dura kalka tırmanıyoruz. Ardımda büyük ve karanlık bir boşluk var ama dönüp baksam da hiçbir şey göremiyorum karanlıkta, sadece boşluğu ve derinliği hissediyorum. Tanımlamaya başladığım ve hoşuma gitmeyen bir diğer olay da oksijen eksikliği; hareket etmek zorlaştı belirgin olarak.
Yavaştan, bir hayaldeymişcesine şafağın atmasını seyrediyorum. İçimde garip bir hissiyat var, gereğinden çok yorulmaya başladım- oksijensizlik! Ayrıca zihnim de çok hareketli bu sabah:bir yanım çok bilinçli ve ne yaptığını, nasıl krampon vurup kazma salladığımı, her hareketimi biliyor, diğer yanım ise bana burada, bu düşman yerde, karanlıkta ne aradığımı sorup mantıklı olmaya davet ediyor. Onu duymamaya çalışıyorum!
Gece karanlığı yavaştan ortamı terkederken yüksekliğimiz 8000 metreye ulaşıyor, sihirli irtifa! Aşağılar hala alacakaranlık olmasına rağmen, soluk ışıkta Tibet’in kahverengi bozkırlarını, absürd ve pak beyazlıktaki buzul platolarını görüyorum. Biraz daha sonra doğunun kutsal ışığı gri ufuklardaki zirvelere çarpıp onları turuncuya boyuyor.. Nefis, göz alabildiğine açık ve temiz bir sabah. Aydınlık gelince daha net anladım ki çok yükseklerdeyiz, herşeyden, heryerden çok daha yüksekte..
Eksi elli derecelik ayakkabıların içinde ayaklarım hissizlik derecesinde soğuk, keza büyük kaztüyü eldivenler içine hapsolmuş el parmaklarım da üşüyor. İste oksijensiz bir tırmanışın en fena etkisi- kan dolaşımı uzuvlara yeterince oksijen taşıyamıyor çünkü havada oksijen yok! Bunun sonucunda vücut yeterince ısınamıyor. Burada, 8000 metrede, havadaki oksijen miktarı deniz seviyesine göre üçte bire inmiş durumda ve bu da normal insanoğullarına, biz ölümlülere yetmiyor.. Donmasından ürkerek, devamlı olarak el ve ayak parmaklarımı oynatmaya çalışıyorum. Güneşi görene kadar bu böyle devam eder diye düşünüyorum ama güneş dağın arkasında ve onunla ancak zirvede kavuşabileceğimiz bilgisi de hoşuma gitmiyor! Zavallı vücuduma neden bunu yaptığımı sorguluyor içimdeki ses bazen. Üzerimde kalın bir kaztüyü ceket ve kaztüyü pantolonla tırmanıyorum ama pişecek kadar sıcak hiç değilim. Mantığımın bir kısmı üşümek ve 1954 yılında bu dağa ilk kez tırmanan Avusturyalı Herbert Tichy arasında gidip geliyor. Nasıl bir adamdı acaba? Bu tırmanışı yaparken üşüdü mü? El ve ayak parmağı dondurup kaybetti mi sonunda? Herhalde gece tırmanmamıştır..yani, umarım!
Karanlık iyice maziye karışıp göz gözü görmeye başlayınca, bozuk kafa lambamı bir sinirle karlara savurup attım. Sabahın günaydın seremonisi de bu oldu işte. Derin nefesler alıyorum ve yetmiyor, hem de hiç. Sanki ciğerlerim yok! Hızlı gidemiyorum, adeta onda bir kapasiteyle işliyor akciğerler.. Ancak zihnim berrak, herşeyi, her detayı net algılıyorum ve kendi bedenim dışından kendimi seyrediyormuşum hissini, yaptığım çoğu yüksek tırmanışta olduğu gibi, yine yaşıyorum: karlar üzerinde ilerleyen sarı elbiseli bir beden.. Çevremdeki kar koyu griden pis, kirli bir beyaza, gök ise lacivertten soluk maviye dönüyor iyice. Artık Thierry’i net görebiliyorum; ama birden ondan bana doğru bir nesne yuvarlanarak düşmeye başladı- bu onun kamerası! Yakalamaya çalışsam da uzağımdan geçtiği için yapamadım ve aşağılara yüzlerce metre düşüşünü seyrettim, taa ki gözden yitene kadar. Artık zirve için tek kameramız, ılık ceket iç cebimde taşıdığım küçük Canon’um.. Rota hala bitmiyor, yamaç sonsuza kadar devam ediyor gibi gözüküyor. Bahsedilen ünlü zirve düzlüğü nerede acaba? Oksijensizlik ve ölüme atılan her adım daha da zorlaşıp, daha da çok nefes ve irade gerektiriyor. Sadece irade ile gidiyorum. Manyaklık bu olsa gerek! Tırmanış keyif olmaktan çıkıp bitirme zorunluluğuna dönüşüyor bu noktada biraz. Ama artık 8100 metre civarındayız, bitmek üzere olmalı.. Thierry 100 metre kadar ötede bir omuz üzerinde, bitkin pozda duruyor. Acelem yok hiç, adım adım, arada hedef olarak bir kaya filan seçip ona varınca yenisini hedefleyerek gidiyorum. Adım sayıyorum, sayı karışınca veya sayıyı unutunca tekrar başlıyorum. Nereye kadar, bu gidiş? Son nerede? Kafamın içinde buz gibi soğuk ve ağır yorgunlukla ilgili dönek, yıldırıcı düşünceler filizlenirken, önümdeki geniş sırtın üzerindeki karda altın rengi bir çizgi gördüm- hayat veren güneş! Ona varınca herşey harika olacak. İşte oraya kadar!
Güneşe ulaştığımda Cho Oyu’nun zirve platosunun kıyısındaydım ve zirveyi göremesem de gayet yakın olduğundan emindim. İçime hafif bir coşku doğdu. Bu son etabı sağ yanımda, bayağı aşağılarda uzanan ve güzelim bir sabah ışığıyla yıkanan Nepal dağlarını seyrederek, bir tür zihni ütülenmişlik içinde tırmandım: Menlungtse, Teng Kangpoche gibi, belirgin şekilli, mağrur doruklar. Vücuduma akan güneş ışığı ile el ve ayaklarım ısınırken içim kendime güven doldu.Geniş ve zirvede olması hayret verecek kadar düz bir platodayız. Thierry 100 metre ötede kısa bir tahta direk ve ona asılı renkli dua bayraklarıyla kata denen kutsal atkıların yanında ayakta duruyor. Zirve! Ben de güneşin pişirdiği rüzgarsız sabahta birden sıcak basınca kaztüyü ceketimi çıkartıp çantama koydum, biraz sıvı içtim ve adım adım zirveye gittim. Ama hani Cho Oyu’nun zirvesinden Everest gözüküyordu? Bu sorunun cevabını da çok kısa sürede aldım; zirveye az kala doğu ufukta Everest, Lhotse ve Kanchengjunga dağları belirdiler. Çin saati ile saat 10:30 (Nepal saatine göre 08:15), Thierry ile kucaklaşıyoruz ama oksijen eksikliğinin bir yan etkisi olsa gerek, birbirimizin adını anımsayamıyoruz! Zirve esiyor ve soğuk, ceketimi hızla geri giyiyorum.. Böylece 2. kamptan 1200 metre yüksekliği 9 saatte tırmanarak, oksijen kullanmadan zirveye çıkmış oluyoruz, çok sevinçliyim! Ciğerler 8205 metrenin ince, havasız havasıyla bayram ediyor. Seri halde foto çekiyoruz ve iniş zamanı geliyor.. çok duramayız burada. Thierry kusuyor. Acil inmeliyiz.
Hava çok sakin, rüzgar neredeyse yok. İdeal bir zirve günü – sonradan anladık ki, bu tırmanış döneminin en iyi zirve günü buymuş meğerse! Yüzümüz yamaç aşağı baktığı için inişteki manzaramız daha da güzel ama rota çok uzun, in in bitmiyor. Arasıra kara çöküp dinlenirken karşımızdaki zirvelerin ufku kesen hatlarını seyrediyor, oksijensiz kalmış bedenime biraz daha ince hava çekiyorum.. Kötü hissettiği için aceleci davranmaya meyleden İsviçreli arkadaşım benden daha aşağıda. Bense asla acele etmiyorum, tempolu ve çok dikkatli iniyorum, yorgunluk ve dikkatsizlikle aptalca bir hata yapmak şimdi hiç olmaz.. Sabit hatlar, ip inişleri derken 3. kampa vardım, adamım burada beni bekleyip dinleniyordu. İçinde buz kristalleri oluşmuş olan içeceğimizin sonunu ziftlenerek inişe devam ettik. Taa aşağılardan 3. kampa doğru yükselen ve az sonra karşılaştığımız insanlar bizim ekip arkadaşlarımız, hepsi bizi tebrik ediyorlar – ekipten ilk zirveye varanlar bizleriz!
Sonunda, güzel bir yorgunlukla 2. kampa varıp burada geceledik. Ertesi gün 1. kampa inip burayı da toplayarak ana kampa döndük. Bu son etaptaki toplam yükün 40 kilo kadar olması biraz yorucu oldu – dağa dört seferde taşıdığım herşeyin kalanını tek etapta indirmem gerekti çünkü.
Gerisi dönüş hikayesi. Ana kamptan yakındaki Tibet- Nepal ticaret geçidi olan ve yak konvoylarının ticaret için Nepal’in Namche kasabasına geçtiği 5700 metrelik Nangpa La geçidine yürümek, yakındaki buzullarda gezmek, komşu kamplardaki İspanyol ve İtalyan arkadaşlarla sohbet edip zaman geçirmek son günlerin ideal faaliyetleri oldu. Bu arada 22 kişilik ekibimizden toplam 10 kişi, bir kısmı oksijen kullanmadan olmak üzere zirveye ulaştı, diğer kalanlar ise aşırı yorgunluk, irtifa hastalıkları gibi sebeplerle bunu yapamadılar.
4 ekim günü biraz bozan ve buz gibi soğuyan sonbahar havasında ana kampa veda ettik ve 5 ekimde sınırı geçerek Nepal’e girdik. Toplam 15 saat süren bir yolculukla aynı gün içinde 5200 metreden 600 metrelere inmiştik- vücut neye uğradığını şaşırdı tabii. Ekipteki holigan İngiliz arkadaşlarımızın bir iki günde yüzlerce şişe bira içip dağıtmaları, Katmandu’da Avustralyalılarla giriştikleri bar kavgasında çok sıkı dayak yemeleri de oldukça gülünçtü!
Katmandu’da geçirdiğim birkaç neşeli günden sonra, hiç tahmin etmediğim şekilde uçak biletimi önceki bir tarihe alabilerek eve erken döndüm. Şimdi, Türkiye’ye yavaştan kış gelir ve ben sıcak evimde otururken 8000 metrelik dağlar, Tibet’in vahşi platoları ve Nepal’in yoğun ormanları uzaklardaki sisli bir hayal veya geçmişte seyredilmiş bir filmin sahneleri kadar muğlak.. Tüm bunları ben mi yaşadım diye soruyorum bazen kendime. Gelecek için önümde yine dağ projeleri ve tırmanış hayalleri var, yüksek olasılıkla 2007 yılı baharında, ilk tırmandığımdan altı yıl sonra bir kez daha Everest dağına -Tibet’lilerin bildiği adıyla Chomolungma’ya-, ama bu sefer Tibet’teki kuzey sırtı rotasını tırmanmaya gideceğim. O zamana kadar Tibet, hatıramın raflarındaki tozlu bir hayal gibi yaşayacak zihnimin gözünde…….
Bu yazı yorumlara kapalı.