17 Ağustos 2009

DHAULAGİRİ (8167 m) Nepal- Himalaya 2009

img_0402.JPGtopo.jpgimg_0867.JPGimg_0796.JPGimg_0717.JPGimg_0465.JPGimg_0731.JPGimg_0743.JPGimg_0759.JPGimg_0761.JPGimg_0766.JPGimg_0767.JPGdhaulagiri-summit-zirve.JPGimg_0785.JPGimg_0870.JPGimg_0813.JPGdhaulagiri 2009 (566)dhaulagiri N face

Bahreyn havaalanında, kızgın çöl ortasında bekleyiş, Hindistan’ın nemli, buğulu ovaları üzerinde uçan dev yolcu uçağının koltuğunda geçen uzun saatler, yan koltukta oturan  Nepalli çocuğun garip ve saçmasapan soruları ve nihayet kanadın kenarından gözüken bulutlu yeşil tepeler. daha bu sabah İstanbul’da olduğuma inanmak çok zor! Nepal’e dağcılık amaçlı yaptığım birçok maceralı dağ seferinden birinin daha başlangıcı böyle oldu işte. 1400 metredeki Katmandu’nun Tribhuvan havaalanında görevliler ile karşılıklı ‘namaste’ (Nepalce selam) çekerek, pasaportuma Nepal turist vizesini damgalattırdığımda günlerden 22 mart 2009 idi. Doğunun bu mistik dağ memleketinde bu seferki amacım, Dünyanın yedinci en yüksek zirvesi olan Dhaulagiri’ye, 8167 metrelik yüksekliği ile Sanskrit dilinde ‘Beyaz Dağ’ olarak bilinen yüce bir dağa çıkmaktı. Himalaya yine beni çağırmıştı kendine.

Nepal gibi gelirinin büyük çoğunluğunu dağ turizminden elde eden ülkelerde dağlara elinizi kolunuzu sallayarak çıkmak mümkün değil. Ciddi bürokrasi içeren resmi bir  ‘zirve tırmanış  izni’ alınması ve iki ay sürecek bu dağ seferi boyunca gerekli olan tüm donanımın, hizmetin, organizasyonun yapılması için  uzun yazışmalar ve pazarlıklar yapılması şart. Son olarak, Dhaulagiri gibi bir dağın tabanına, tırmanışın başlayacağı yer olan ana kampa yapılacak uzun yürüyüş ve  tonlarla yükün taşınması için bir hamal ordusunun ayarlanması gerekiyor. Tüm bu hazırlıklar sona erince, görece huzur içinde dağlara olan seyahat başlıyor- o vakte kadar tozlu,  keşmekeş içinde kavrulmuş  ama bir o kadar da çekici ve etkileyici bir şehir olan Katmandu’da kalıyorsunuz. Sokaklarında size haşhaş satmaya çalışan birçok kişinin olduğu, Hindu ve Budist kültürünün tüm unsurlarının birarada görülebildiği, muazzam, karlı dağların eteğindeki tepeler arasında yeşil bir vadi içinde yeralan, tütsü kokulu Katmandu!

Dhaulagiri dağına tırmanışı, daha önce bazı tırmanışları beraber gerçekleştirdiğimiz, Everest bölgesi yerlisi, Everest Dağı rekortmeni, Everest’e sekiz sefer tırmanmış arkadaşım Dawa Sherpa ile yapacaktım. Tırmanış için, benim gibi sadece ana kamp hizmeti alan iki Çek, bir İranlı ve yedi Polonyalı dağcı vardı. Dağın tırmanışının başlayacağı  4750 metredeki ana kamptan ötede, Dawa ile iki kişilik bir ekip olarak her işimizi kendimiz halledecektik. Diğer dağcılar ve ekiplerle de ortak çalıştığımız yerler de olacak ve rotamız bizi birbirinden bağımsız ama benzer planlarda hareket eden ekipler haline getirecekti.

Böylece Katmandu’dan yola çıktık ve Pokhara şehri üzerinden, Dhaulagiri’ye, Himalayalar’ın kalbine yolculuğun başlayacağı Beni kasabasına tüm gün süren uzun bir minibüs yolculuğu yaptık. Yanı uçurum olan daracık yollarda berbat derecede hızlı giden araçlar, yollarda gezen kutsal inekler, sarsıntılı ve bazen tozlu bir yolculuk.

Tibet’e yakın Muktinath bölgesine giden Budist hacılar nedeniyle çok kalabalık olan Beni’den, 900 metre yükseklikten yürüyüşümüz başladı. Nerede akşam orada sabah, vardığımız yerde kamp kurarak, Nepal’in ünlü Myagdi Khola nehri boyunca  ilerliyorduk. Bu bölgede Magar halkı yaşıyordu, asyatik yüz ifadelerine sahip güzel insanlar.. Oldukça fakir ama bir o kadar da doğal güzelliğe sahip Babiyachaur, Naumane, Jugapani, Bolghara gibi köylerden geçtik, yavaş yavaş 2500 metre sınırına yaklaşarak. Nehrin içinden aktığı derin, kanyonvari  vadinin kenarlarında yüzlerce metre ine çıka, çam ormanları ve bambu cangıllarından geçiyorduk; patikalar giderek daralıyor ve kaybolmaya yüz tutuyorlardı. Nepal’in bu bölgesinde doğa çok yeşildi ve 4000 metrelere kadar orman vardı. Güneydeki  alçak Hindistan ovalarından  gelen nemli hava nedeniyle sıklıkla yağışlı olan bu bölgede  sekiz gün ve 80 kilometre kadar yürüdük. Yükümüzü sırtlanan toplam 90 hamalımızla beraber ilerliyorduk, ancak  yürüyüşün son günlerinde hamallarımızın ağır şartlar nedeniyle ‘isyan etmeleri’ dolayısıyla bu sayı 18’e kadar düştü. Sonuç olarak, 4 nisan günü, Chonnbardan buzulunun donuk bir kıyısında, 4750 metrede bulunan Dhaulagiri ana kampına tüm yüklerimizle beraber ulaştık. Buradan sonra artık dağa tırmanış başlıyordu.

Yüksek dağlara tırmanışın en büyük sorunu insan fizyolojisi açısından zorluklar içermesidir. Havadaki basınç ve oksijen oranı yükseldikçe azalır; sözgelimi 5000 metrede havadaki oksijen orantısı deniz seviyesine göre üçte ikiye, 8000 metrede ise üçte bire iner. Bu nedenle de insan bedeninde ciddi ve ölüme sebebiyet verebilecek yükseklik hastalıkları meydana gelebilir. Yükseklikte uyku, beslenme ve yaşam zorlaşır; dağlara ve yükseltiye has soğuk, fırtına ve sarp arazi yapısı da bunu sağlar. Ama insan bedeni, zaman içinde yüksekliğe de uyum sağlayabilmektedir ve buna da ‘aklimatizasyon’ denir. Biz de, 4750 metredeki ana kampta bir hafta boyunca yüksekliğe uyum sağlayarak bekledik.

Dhaulagiri gibi  8000 metre üzerindeki büyük Himalaya zirvelerinde genelde iki veya üç yüksek kamp kullanılır. Bu kamplar kurulurken dağcıların bedeni bu aşırı yüksekliğe de uyum sağlayacak zamanı bulur. Biz de, Dhaulagiri tırmanışında 5800, 6700 ve 7250 metrelerde olmak üzere üç ayrı yüksek kamp kurduk. Böylece  mayıs ayında olması beklenen ve zirve tırmanışı için ideal hava ve zemin koşullarını beklediğimiz zamana kadar yüksekliğe iyice uyum sağladık. Dağ üzerinde üç ayrı seferde, her sefer 20 kilogram yük taşıdık. Bunlar arasında çadırlar, yiyecek, pişirme ve yükseklikte kar eritip sıvı elde etmeye yarayan propan gaz ocakları,  eksi 45 derece soğukta bile yaşamamıza elverişli ortam sağlayan giysi ve uyku sistemleri ve teknik buz tırmanışına uygun dağcılık donanımları bulunmaktaydı.

Dhaulagiri, Sanskritçe anlamı olan ‘Beyaz Dağ’dan anlaşılacağı üzere kar ve buz tırmanışı gerektiren bir zirve. Bizim tırmanmak istediğimiz ve 1960 yılında ilk çıkışın gerçekleştirildiği kuzeydoğu sırtı rotası uzun bir buz ve kaya sırtıydı. Ortalama 55 derece eğimde cam gibi buzla savunulan uzun dik yamaçlara sahipti dağımız. Ancak dağın bir diğer önemli özelliği de, 1. kampın olduğu 5800 metreye kadar ciddi bir çığ riskine ve buzulun kendi hareketi ile oluşan çok miktarda buzul çatlağı tehlikesine sahip olmasıydı. Her yanından ciddi buz çığlarının, belirgin bir uyarı olmadan  düşebileceği bu uzun buzul etabında hızlı davranmak ve hiç oyalanmamak gerekiyordu. Aynı zamanda da ipe bağlı olarak yürümek ve her adımı, kar altında gizli bir buz uçurumuna düşmeye karşı gözetmek gereken, ihtiyatlı bir tempo gerekliydi. Diğer türlü, dağcı kendisini dibi gözükmeyen karanlık bir buzul çatlağında bulabilirdi. Keza, tırmanış döneminin en başında, Polonya’nın deneyimli alpin tırmanıcılarından Piotr Morawski, ne yazık ki bir buzul çatlağına düşerek hayatını kaybetti.

Ayrıca bu dağın kendine has kötü hava koşulları vardı. Güneydeki ovalardan doğrudan yükselen Dhaulagiri Himal silsilesi, kendi sert rüzgarını ve şiddetli fırtınalarını yaratmakta birebirdi. Çoğu günler tipi, fırtına ve şiddetli kar yağışı nedeniyle göz gözü görmüyordu, ağır yağışlardan sonra dağların her yanından gün boyu büyük çığların indiğine şahit oluyorduk. Karasal iklimin en uç noktasında olan bu dağlık zeminde, güneşli bir günün ısısı  artı 35 derece olurken, soğuk bir gecenin ayazıyla termometre  eksi 25 derecelere vurabiliyordu!

Ancak dilinden anladığınızda tüm zirveler size yol verir. Biz de uygun günün ve zamanın gelmesini sabırla bekliyorduk.

Ana kampı paylaştığımız Hint, Kore, Japon, Polonya ve Alman  ekipleri vardı. Toplam 75 kişiyi bulmayan ve dünyamızın değişik yerlerinden buraya gelen bu insan topluluğunun ortak amacı Dhaulagiri’ye tırmanmaktı!

Sonunda nisan ayı biterken uygun hava koşullarının gelmesi de yakındı, hava raporları 8000 metredeki rüzgarın azaldığını söylüyordu. Dawa ile beraber aynı gün 4750 metredeki ana kamptan 6700 metredeki 2. kampa tırmandık; rüzgarlı bir gündü ve bulutlar gelip geçiyorlardı. Ertesi gün, 31 nisan günü, büyük bir buz duvarını tırmandık ve kayalık bir omuzda, ufacık düzlüklerde, 7250 metredeki geçici ‘zirve tarruzu’ kampımızı kurduk. Burası tam bir kartal yuvasıydı; çadırın bir metre yanı birkaç bin metrelik bir buz yamacıydı! Hemen yanımızda, uygun çadır yeri bulamayan Koreliler buzu kazıyarak bir platform yapmaya çalışıyor, üzerimizdeki bir metrekarelik sete ise Çek David ve İranlı Mehdi çadır kuruyorlardı. Kardeşim kadar sevdiğim bir insan ve çok iyi, çok güçlü bir dağcı olan Dawa ile beraber, geceyarısı zirve için tırmanışa geçmek üzere dinlenmeye başladık. Önce biraz tuzlu kraker, çay, kahve, çorba, çikolata ve peynir ile yemek yedik, ardından da bol sıcak sıvı aldık. Zira bu yükseklikte insan hiç anlamadan çok sıvı kaybeder ve kanının kalınlığı adeta ‘domates salçası’na döner- yükseklik hastalıklarından korunmanın en iyi yolu bol, yaklaşık günde 7-8 litre sıvı almaktır. Bu da, kamptaki tüm zamanın ocak başında kar ve buz eriterek geçmesi manasına gelir..

Böylece, planlı  zirve tarihimiz olan 1 mayıs günü geldi çattı. İkimiz üzerimize alıp, içinde kaztüyü elbiselerimizle uyuduğumuz tek uyku tulumunda, geceyarısı 7000 metrede çadırı sarsan rüzgarla uyandık. Bu rüzgar bitmezse zirveye gidemezdik çünkü böylesi bir rüzgar insanın elini ayaklarını dondurmasının yanısıra, daha kuvvetlenirse onu dağdan söküp atabilirdi bile! Gece iki gibi rüzgar azaldı, biz de kampın üzerinden yukarılara uzanan ve ayışığında pasparlak parlayan buz duvarına tırmandık. Eksi 30 derecede şafak sökerken, dik bir kar omzu üzerinde tırmanıyorduk. İçe işler bir ayaz vardı ve soluduğumuz hava da buz gibi olduğu için ısınmak zordu. Hava aydınlandıkça ufuktan ufuka uzanan başka Himalaya zirveleri gözükmeye başladılar, mağrur ve  buzlu.

Kayalık etaplardan tırmandığımız 7700 metreden sonra, o ana kadar diğer ekiplerle zor yerlere ortaklaşa döşediğimiz ve güvenli iniş- çıkışa yarayan sabit hat ipleri bitti. Buradan sonrasında, yanımızdaki ufak bir ip haricinde ip kullanamayacaktık. Derin karlı bir kulvarı ben, Çek David ve Koreli Kim on adımda bir değişerek iz açtık ve kayalık bir sırrtan giderek yaklaştığımız zirve sırtlarını gördük. Artık dünya çok aşağılarda, biz ise çok yükseklerdeydik!

Oksijen oranı normale nazaran yüzde 30’lara indiği bu yükseklikte, tabir caizse köpekler gibi soluyor, incelmiş havadan mümkün olduğunca çok oksijen sağmaya çalışıyorduk. Zirvenin kayalık sırtına ulaşmak için yaptığımız uzun yükselen yan geçişte, zemin giderek masmavi, granüler bir buza dönüştü- burada bir hata yapıp kaymak çok ama çok tehlikeli olurdu.  Yüksekliğin en büyük  sorunu oksijen eksikliği ve bunun sonucunda da beyne giden oksijenin azalarak düşünme ve yargı yetilerinin bozulmasıdır. Bu da koordinasyon ve hareketlerde yanlışlıklara neden olabilir. Ben de bunun bilincinde olarak, her adımım ve hareketime azami derecede dikkat ediyordum. Önümde kazma ve kramponla tırmanılacak, uzun bir mavi buz yamacı vardı……

Hava giderek sertleşip rüzgar arttı, beyaz bir bulut başlığı zirveye çökmeye başladı. O güzel mavi hava gidip, dakikalar içinde sert bir tipi başlamıştı. Dağ bize sert yüzünü gösterecekti anlaşılan. Tipi olacağını anlayınca pusulam ile geri dönüş açısı aldım; bu havada dağın üst kısmını oluşturan buz yamaçlarında kaybolmak istemiyordum. Yüz meteden az önümde David, bir o kadar arkamda Dawa ve Mehdi vardı. İki yanı kara- kahverengi kayalı, mavi buz dolu zirve kulvarını tek başıma, yavaş tempoyla ve dikkatle tırmandım; çıplak yatık kayadan oluşan zirve sırtına çıkar çıkmaz, taa eskilerden canını vermiş bir dağcının cansız bedeniyle burun buruna geldim..

8167 metrelik zirveye doğru sırttan ilerledim. Dhaulagiri’nin zirvesi,  kayalık sırtta manzarasız,  yüksek bir noktadan başka bir şey değildi bu fırtınalı günde. Ancak bu güzel ana dehşet katan en önemli detay, şiddetli bir elektrik akımının zirve sırtlarında dolaşmasıydı! Dağın güney taraftan gökgürültüleri yankılanırken, havadaki elektrik elle tutulacak denli arttı ve omuzlarımda cızırtıyla hafif bir sızlanma hissettim- adeta parmağımı  prize sokmuş gibiydim ve elektrik bedenimde geziniyordu! Her an bir yıldırım, ölümlü bedenimi küle çevirebilirdi. Zirveye çıkılınca normalde yapılan tipik zirve seremonisi, yani fotoğraf çekmek, arkadaşına sarılmak- olmayacaktı. Onun yerine kaçarcasına zirve buz kulvarından inişe başladım.

David de ardımdan iniyordu. İranlı Mehdi buz kulvarının tabanında, yorgun bir ifadeyle kayalara oturmuştu. O’na geri dönmesini, havanın artık tırmanışa uygun olmadığını söyledim. Sis içinde ben aşağı, o yukarı devam edip ayrıldık ve bu onu son görüşüm oldu. David’in gördüğüne göre buz kulvarından kayarak düşmüş ve yaşamını kaybetmiş.. 

Sis içinde görüş sıfıra düşmüştü; yukarıda dönen trajediden habersiz olarak, arkadaşım Dawa’yı en son gördüğüm yere doğru pusula açısı ile kör bir inişe giriştim. Buluşunca, ağzımızı yüzümüzü donduran ve buzlatan bir tipi içinde, dura kalka aşağılara doğru inmeye devam ettik. Öğleden sonra zeminde birikmiş taze derin karı yararak ilerliyorduk; gri gün giderek kararıyor ve gece karanlığı kaçınılmaz şekilde geliyordu. Akşam olup alacakaranlık dağa çökünce daha hala 7500 metredeydik; karanlıkta iplerden inmeye devam… Bulutlar dağılıp, yumuşak bir ayışığı dağları kucakladı; ama bu sefer de hava çok soğuktu ve iplerde iniş yapmak için ince eldivenlerle çalışırken ellerimiz donup donup açılıyordu.. Nihayet, toplam 16 saat süren tırmanıştan sonra, en yüksek kampımıza geri dönmüş ve çadırın buz kristalleriyle parlayan donuk içine girebilmiştik. Yorgunluktan sızmadan önce, propan ocağı üzerinde birkaç litre su elde edecek kadar kar erittim ve susuzluktan kurumuş bedenlerimizi biraz sıvılandırdık. Tüm gün boyu tek yediğimiz bir çikolata barı idi ama buna  karşın, yükseklik nedeniyle hiç  iştahımız yoktu. Tek uyku tulumumuzu üzerimize çekip, sabah güneş çadıra saat beşte vurana kadar yorgunlukla uyuduk.

Ertesi gün, bacaklarımızdaki yorgunluğa karşın, dağ üzerindeki tüm kamplarımızı sökerek ana kampa kadar, inatçı bir tipi altında indik- akşam olurken, sırtta çelik külçe kadar ağırlaşmış  çantalarımızla ana kampa giriyorduk. Zirve olsun olmasın, dağcılıkta en önemlisi canlı ve sağlıklı olarak  geri dönmektir; bu sefer bu zorlu zirve de bizim olmuştu!

 Şimdi önümde, bu tırmanışın bitmesinden bir ay bile olmadan, yeryüzündeki en yüksek ikinci zirve olan, Pakistan’daki K2 Dağı var. Yeryüzündeki 8000 metreyi aşan tüm 14 zirvenin hepsine tırmanmak üzere devam eden projemde, tıpkı Dhaulagiri gibi, yap-boz’un bir diğer parçası.

 Bu tırmanışta beni destekleyen THE NORTH FACE / VF EGE, GULF AİR, THURAYA UYDU İLETİŞİM A.Ş., SOLGAR, İŞDESTEK firmalarına gönülden teşekkür ederim.

  

Bu yazı yorumlara kapalı.