12 Ocak 2008

EVEREST (8850 m.) Tibet- Himalaya 2007

lhotse-2006-264.jpgeverest1.jpgeverest4.jpgeverest2.jpgnorth.jpgeverest5.jpgever.jpgeverest6.jpgeverest-zirve.jpgsherpa.jpgyaks.jpghillary.jpgeverest3.jpg

 

EVEREST/ CHOMOLUNGMA İLE İKİNCİ SEFER KUCAKLAŞMA

 

Everest! Dağcılar icin teknik  zorluğun olmasa da, yüksekliğin ve insan vücudunun sınırlarının en uç noktası, buz gibi soğukların, sert rüzgarların mekanı, Tibet’in vahşi, yüksek platoları ile Nepal’in nemli ormanlık tepeleri arasında sınır çizen muazzam Himalaya dağlarının tepesinde değerli bir taç misali yükselen, Nepal’lilerin Sagarmatha, Tibet’lilerin Çomolungma olarak bildiği kutsal zirve!

 

2007 yılının ilkbaharında, Fenerbahçe Spor kulübünün 100. yıl kutlama programı dahilindeki ‘Fenerbahçe Dünya Zirvelerinde’ tırmanış projemizin en son etabı olarak, ben Tunç Fındık ve arkadaşım Mustafa Kalaycı, Everest Dağı’na çıkmak için hazırdık. Aylar süren, bürokrasi dolu izin- organizasyon yazışmaları, gereken malzemelerin listesini eksiksizce çıkarıp toparlamak, Fenerbahçe kulübünde tırmanışla ilgili belgesel çalışmalarına iştirak etmek, seyahat detayları ile uğraşmak, tırmanış antremanlarını ve dağ gezilerini ihmal etmemek, eşe dosta bu 70 gün sürecek tırmanış için yavaş yavaş veda etmek… tüm bu tatlı ve yorucu koşuşturmacanın ardından, Mart ayının ikinci yarısında Nepal’e gitmek üzere uçağa binmek çok büyük bir rahatlama doğurdu küçük, beklentiyle dolu ekibimizde. Artık yola çıkmıştık, hareket başlamıştı nihayet. Benim için beşinci 8000’lik dağım ve ikinci sefer, farklı bir rotadan Everest’e tırmanışım olacaktı bu. Yine de, hiç Himalaya’ya gitmemiş kadar heyecanlıydım. Bu heyecanı yaşamak muhteşem bir his. Dostum Mustafa’nın da heyecanlı olduğu  her halinden belliydi ama onun için olay çok daha farklıydı çünkü 7000 metre üzerindeki ilk tırmanışı Everest Dağı’na olacaktı.

 

Fenerbahçe gibi büyük bir spor kulübü için bu tırmanışı yapacak olmak ise ayrı bir heyecan kaynağıydı tabi. 25 milyon taraftarın gözlerinin üzerimizde olduğunu bilerek hareket etmek ve bu kulübe yakışır şekilde, sportmence tırmanmak çok büyük önem taşıyordu. Kısacası, sıradan bir sponsorumuz yoktu. Ekspedisyonun her aşamasında da bu  manevi desteği derinden hissettik.

 

Everest Dağı, neredeyse dokuz kilometreye varan irtifası ile yeryüzündeki en yüksek dağ ünvanını taşıyor ve her yüksek Himalaya zirvesi gibi, insan hayatına yönelik ciddi tehlikeler içeriyor. 5000 metre ve üzerinde, deniz seviyesine göre üçte bir oranına kadar düşen oksijen ve basınç, devamlı yaşamı imkansız kılar ve değişik türlerde yükseklik hastalıklarına sebebiyet verir. Everest Dağına tırmanmanın en büyük zorlukları da bunlardan kaynaklıdır. Ek olarak, çoğu zaman, Himalaya dağlarına has tipi, soğuk ve rüzgar da çıkışları imkansız kılar. Coğrafyası sadece mavi buz ve granit kayadan, büyük uçurumlar ve  geniş buzullardan ibaret olan, çığ ve buzul çatlaklarının, taş düşmesinin gündelik hayatta sıradan olduğu, yeme ve içmenin tat vermediği, uykunun ve dinlenmenin daima yetersiz olduğu sert ortam insana rahatsızlık verir. Kısaca, yüksek dağ dünyası, dağcıların da bildiği gibi, normal yaşantımızda alışık olduğumuzdan tamamen değişik ve çok zorlu bir yaşamdır. İnsan vücudunun yükseklere uyum sağlayabilmesinin zaman alması ve zirve için gereken, nadiren bulunan dengeli hava koşullarını yakalamak için, Everest ve benzeri 8000 metrelik dağlardaki çıkışlar oldukça uzun sürmektedir. Tabidir ki, bu kadar uzun süren ’Himalaya tarzı tırmanış’larda olağan olduğu üzere, dağ üzerinde ekip çalışması yapılır; ağır yükler taşınır, yüksek kamplar kurulur, teknik olarak zor ve riskli yerlere ip hatları ve güvenlik malzemeleri döşenir.. Bu ağır koşullarda uzun süreli yaşam için devamlı olarak kendiniz ve ekip arkadaşlarınızın sağlığını da gözetmeniz, dikkati bir an bile elden bırakmamanız da gerekir.. Everest dağına tırmanmak için kendinizi, ekibinizi ve dağı iyi tanımak, dağcılık teknik ve taktiklerinde tecrübeli olmak bir önşart bence. İşte bir 8000’lik dağ  tırmanışı öncesinde sizi bekleyen dağ koşulları bunlardır.

 

Katmandu! Ormanlık tepeler arasındaki bir vadiye yerleşmiş büyülü şehir. Bir kez görenin, sevsin sevmesin mutlaka başka seferlerde de geri gittiği yer…Orayı ilk kez gören veya bir Katmandu gazisi olan herkes gibi, biz de bu tütsü kokan garip şehre hayran olmaktan kaçamadık. Nepal dünyanın en fakir ülkelerinden birisi, çirkinlik ve güzellik bir arada, budizm ve hinduizm’in esas merkezi- heryerde tapınaklar, bordo cübbeli keşişler, dalgalanan rengarenk dua bayrakları, sokaklarda marihuana satanlar, berbat derecede karışık trafik ve binlerce motorsiklet, bangır bangır ‘om mani padme hum’ diye çalan budist müzikleri, kırmızı tuğladan yapılar, ortalıkta gezen maymunlar…. Katmandu’daki toplam on hızlı günümüz, bize eşlik eden Türk arkadaşlarımızla gezip tozmak ve eğlenmenin yanısıra, ekspedisyonumuzun detayları ile ilgilenmekle de geçiyordu: uzun malzeme, ilaç ve yiyecek listeleri, asla bitmeyecek gibi gözüken eksik donanımlar, izinler, Tibet’e girmek için gereken Çin vizesi ve Everest tırmanışı’nın resmi izni gibi. Bu izin, 7 kişilik bir ekibe ortalama 70.000 USD gibi bir masraf ettiriyor. Tibet tarafında yapılacak tırmanışlar için izinler Çin-Tibet Dağcılık Birliği (CTMA) tarafından veriliyor, bir dizi katı kurallar sözkonusu ve resmi izinler konusunda dağda bile sıkı kontroller yapılıyor… Neyse ki tüm bu bürokrasiyle biz uğraşmıyorduk! Aynı günlerde, Everest ekspedisyonunu beraber yapacağımız diğer dağcı arkadaşlarımızı da tanımaya başladık. Ekip, biz dahil, 7 değişik milliyetten toplam 14 batılı, 3 Nepalli ve 10 kadar da Tibetliden oluşuyordu; uluslararası, rehbersiz, her tür farklı tırmanış deneyimine sahip, her görevin ortak paylaşıldığı bir tırmanış ekibiydik. Bu insanlardan bir kısmı ile, mesela ekspedisyonumuzun resmi lideri olan Hollandalı Arnold Coster ile, daha önce Himalaya’da tırmanmıştım. Arnold’un Nepalli eşi olan Maya Sherpa ise, Everest’e her iki tarafından tırmanan ve hayatta olan tek Nepalli kadın ünvanını bu seferde alacaktı!

 

Tibet maceramız, 1 nisan 2007 günü Nepal’in başkenti Katmandu’dan başladı. Tonla yükümüzle beraber tıklım tepiş sıkıştığımız berbat Nepal otobüsü ile karanlıkta yola çıktık; sarsıntılı, tozlu  yolculuk bizi, Nepal’i kuzeydoğuda Çin’den ayıran Kodari sınır kasabasına getirdi.. Tibet, 1950’den beri Çin Halk Cumhuriyeti’ne ait ve ‘Tibet Otonom Bölgesi’ adıyla anılıyor. Sınırdan geçmek tam bir kaostu; tonla yükümüzü taşıyan yüzlerce sınır hamalının yarattığı karmaşa şaşırtıcıydı. Sınırı belirleyen Kodari köprüsünde üzerimize bir sıvı püskürtülerek SARS hastalığına karşı dezenfekte edilmek (!) ve vücut ısılarımızın kontrol edilmesi dahil, bir dizi bürokratik hamlelerden sonra Çin sınırını geçerken, merkezi Çin saatine dahil olarak bir anda 2.5 saat kazanmıştık! Yeşil doğanın ortasında çirkin bir betonlaşma abidesi olan Zhangmu kasabasında pek oyalanmadan geçtik ve derin bir kanyonun duvarına oyulmuş ‘Çin-Nepal Dostluk Karayolu’nda jiplerle tozu dumana boğarak ilerledik. 3000 metrelere vardığımızda Tibet’in daha kıştan çıkmamış olduğuna şahit oluyorduk- hava buz gibi soğuk, zemin karlı ve donuktu. Birkaç saat öncesine göre  ne büyük bir zıtlıktı bu: Nepal’in yemyeşil, nemli cangıllarından Tibet’in kurak ama karlı dağlarına! 3700 metredeki Nyalam kasabası ilk durağımızdı; bu tozlu, kirli ve rüzgarlı sınır kasabasında iki gün kalarak yükseğe uyum sağlayacaktık. Tibet coğrafi olarak biraz bizim Anadolu’muzu anımsatıyor, en büyük fark sağda solda gezinen Tibet öküzleri (yak’lar). Bir de, Tibetli’den çok Çinli var ve çirkin bir beton yapılaşma görülüyor; ama Tibet’e has mimari de oldukça korunmuş.. Mustafa da, ben de neşeli ve heyecanlıydık;  buraya geldiğimiz için keyfimiz çok yerindeydi! Dinlenme günlerinde kasabanın arkasında yükselen 5000 metrelik dağlara çıkarak yükseğe uyum sürecimizi de hızlandırdık. Eteklerinde yak’ların otladığı bu karlı, basit tepelerden  görülen manzara nefisti: çevremiz  alabildiğine 5500 metre ve üzerindeki buzlu, sarp Himalaya dağlarıyla kaplıydı ve ufukta 8013 metrelik Şişapangma zirvesi’nin beyaz yığını… Sonraki günlerde, 5200 metrelik yüksek bir geçitten jiplerle geçerek ikinci geceleme durağımız olan 4300 metredeki Tingri kasabasına vardık. Tingri, sokaklarında rüzgarla toz bulutlarının estiği küçük ve harap bir köy ama tam güneyimizde, insanın dizlerinin bağını çözecek kadar güçlü bir manzara: Tibet platosu’nun cam gibi açık havası üzerinde yükselen Everest, Makalu, Cho Oyu gibi 8000’lik dağlar ve tüm bir Himalaya zinciri!

 

Bir hafta süren bu maceralı karavan rotasını izlerken, yüksekliğe beden olarak uyum sağlamaya çoktan başlamıştık bile. Bu dağlık ülkenin kültürüne pek yabancı değildik, pislik ve sefaletin yol boyunca giderek artmasını yadırgamıyorduk çünkü Tibet’in olağanüstü doğası ve değişik, kara suratlı insanları herşeyi unutturuyordu. Hava ve ışık gerçekten değişikti burada, renkler ve gölgeler oldukça farklıydı. 4000 metrede uzanan geniş, çölvari  platoların ötesinde yükselen buzlu, buğulu dağlar.. her görülen şey bir film karesi gibi.. adeta bir fotoğraf kitabının sayfalarını karıştırır gibi hissediyordum.

 

Sonunda, 5000 metrelere uzanan yeni yapılmış toprak Çin yoluyla ünlü Rongbuk manastırının önünden geçerek, Rongbuk buzulunun başladığı yerdeki Ana Kampımıza kavuştuk.. Tırmanışların başladığı, bittiği ve yükseklerde kamp yaptıktan, tırmandıktan sonra dağcıların dinlendiği, görece konforlu olan yegane mekan… Geceleri  ısının  eksi 20 derecelere düştüğü, gündüzleri ise artı 30 derecelere kadar ısındığı, tozlu, aşırı rüzgarlı bir çadırkentti Ana Kamp. Everest Dağı bu yıl da gayet  kalabalıktı; irili ufaklı, yaklaşık otuz ayrı tırmanış ekibinde akla gelebilecek her milletten 500 kadar insan vardı ve herkesin ortak hedefi: Dünyanın en yüksek dağının doruğuna varmak! Everest çok popüler bir dağ ve çok insanı üzerine mıknatıs gibi çekiyor, bu da her konuda çok çeşitli zorluklara neden oluyor. Neyse ki  dağda çevre kirliliği bu sorunlardan biri değil; sert kurallar konmuş ve genelde kimse kuralları ihlal etmiyor.

 

Ana kampta bir hafta kadar 5000 metreye uyum sağladıktan sonra yüksek kamplara hareket etme ve dağ üzerinde yükselme vakti gelmişti. Ancak, Budist olan Nepalli ve Tibetliler bu dağların tanrılarından izin almadan asla hareket etmedikleri için, ‘puja töreni’ olarak bilinen seremoniyi yaptıktan sonra Everest, daha doğru adıyla Çomolungma, ‘Dünyanın Ana Tanrıçası’ bizi kabul edecekti.. Senelerce bir mağarada inziva hayatı yaşamış, Çin işgalinde her tür acıyı tatmış bir budist rahibinin, kutsal bir adamın bizim için bunu yapması bence çok özeldi.

 

Ana Kamp aslında dağa oldukça uzakta. Esas tırmanış, 6400 metrede, dağın tabanındaki İleri Ana Kamptan başlıyor. Oraya da, uzunluğu 25 kilometreyi bulan Doğu Rongbuk Buzulu üzerindeki taşlı topraklı, çarşaklı patikalardan iki gün boyunca yürüyerek varılıyor. Everest zirvesine salimen çıkıp inebilmek icin, vücudumuzun 6500 metre yüksekliğine iyice adapte olması gerekiyordu. Bu gerçekten de büyük bir mücadeleydi: insan vücuduna bu kadar düşman olan bu dağ ortamında sağlıklı kalmak, ikimiz için de son derece ciddi bir sınavdı. Daha önceki deneyimlerim ışığında, bizim yükseğe uyum programımızı planlıyordum; yüksekte uzun kalmamayı içeren özel bir zaman tablosuna uygun çalışıyorduk. Zira, 6500 m. üzerinde fazla zaman geçirmek organizma için yarardan çok zararlı ve yokedici olur. Bu irtifalarda dinlenmek, toparlanmak, yemekten faydalanmak ve tam bir uyum sağlamak sözkonusu olmaz, hastalık varsa da geçmez ve ilerler… 25 kilometrelik  Doğu Rongbuk buzulundan defalarca inip çıkmak, yukarı yük taşımak gerekiyordu, bu gidiş gelişler yükseğe uyum için de çok gerekliydi. En sonunda, Everest’e çıkmak için, 5000 metre irtifa üzerinde 200 kilometreden çok yol yürümüş olacaktık. Kısacası, programımız bol hareket etmeyi, yükseklere çıkıp alçaklarda uyumayı içeriyordu.

 

Nisan ayı oldukça soğuk ve fırtınalı geçti; 6000 metre seviyesindeki ince havanın ısısı gündüzleri bile eksi 10 derecenin üstüne ısınamazken, açık gecelerde kolaylıkla eksi 35 derecelere kadar düşüyordu. Hergün tipik olarak öğleden sonra basan kar tipisi hayatı çadırlara kısıtlıyordu. Bu durumda kitap okumak, müzik dinlemek, yırtık-sökük dikmek ve çay içip sohbet etmek, kaçınılmaz olarak esas zaman geçirme yöntemleriydi. 6400 metrede, tamamen buz üzerine kurulan İleri Ana Kampımız görece konforluydu- en azından, her gün üç öğün sıcak yemek çıkıyordu..

 

İlk adımımız, İleri Ana Kamptan yukarı çıkarak 7066 metrede, North Col denilen, Everest’in büyük kuzey geçidinde ilk kampımızı kurmak oldu. North Col’a çıkış orta eğimde, bazen de dik buz duvarları ve derin buzul çatlakları içeren buzul yamacındandı. Rota üzerinde birçok yerlerde ekiplerin ortak olarak döşediği sabit hat ipleri vardı ve bunlar özellikle de dik etaplardan inişte çok işe yarıyorlardı. Biz Everest dağı üzerinde üç yüksek kamp kullandık: 7066 metredeki 1. kamp, 7890 metredeki 2. kamp ve 8300 metrede, dağın kuzey omzu altındaki 3. kamp. Yüksek kamplara çadır, ip, gaz, yiyecek, akla gelen herşeyi çıkartıyorduk; bu arada çalışkan Nepalli ve Tibetli Sherpa’larımız da büyük performans gösteriyorlardı. Daha önceden Pumori ve Lhotse tırmanışlarında beraber olduğumuz, bizim ekspedisyonun da Sirdar’ı  (baş Sherpa) Nepal’li Jangbu Sherpa, cansiperane yük taşıyordu gerçekten.

 

Dağ üzerinde yüksek kamplarda iki kişilik ekipler olarak hareket ediyor, ortalama günde kişibaşı 8- 10 litre sıvı alıyorduk. Bu kadar sıvının elde edilmesi, günün (ve gecenin) çadır içindeki kısmının devamlı olarak propan ocağında kar – buz eritmekle geçmesi demekti. Pratik, kolay hazırlanan, hafif taşınan yemekler yiyorduk: hazır, kurutulmuş dağ yiyeceklerinin yanısıra çorba, çikolata, peynir, ekmek, makarna gibi.

 

Böylece tırmanış için ideal hava koşullarını oluştuğu mayıs ayı geldi. Normalde Himalaya’da kış ve erken baharda, ‘Jetstream’ olarak bilinen çok sert, soğuk Tibet yüksek rüzgarları eser. Mayıs ayının ortalarında, yazları Güney Asya’yı etkisi altına alan ılıman muson yağışının Hint okyanusundan kuzeye doğru itmesiyle, Tibet rüzgarları Himalaya’daki hakimiyetlerini kaybederler…işte bu arada, tırmanışı yapmaya yetecek durağanlıkta bir ‘mevsim penceresi’ açılır. Ancak çok geç kalınırsa da, muson’un bıraktığı ciddi kar yağışı tırmanışları engeller.. Biz de, bazı yıllar iki, bazı yıllar on gün süren bu aralığı yakalamayı hedeflemiştik!

 

Olası zirve günlerinin yaklaşmasıyla tüm ekipler sabırsızlanmaya ve ateşlenmeye başladılar; herkes bir an önce zirveye çıkıp eve dönmek hayaliyle yaşıyordu. Birçok kişi için aylar süren sefaletten, ev özlemi ve soğuktan sonra ‘zirve ateşi’ ağır basabiliyordu! 40 kişilik büyük bir Çin Olimpiyat ekibinden çok az sayıda dağcı, mayısın ilk haftasında berbat bir havada zirveye çıktı, bu da diğer ekipleri daha da hırslandırdı. Oysa hava hala aşırı rüzgarlı ve fırtınalıydı! Burada kilit kelime gelişmeleri izleyerek beklemek, iradeli davranmak ve doğru anda hareket edip doğru yerde olmaktı, biliyorduk  ki sadece bu bize başarıyı getirebilirdi. Zirveye çıkmak sabırsızlığı içinde, mayıs başında alelacele zirveye giden bizim bazı ekip arkadaşlarımız kötü hava koşullarında, aşırı zorlanarak ve bir kısmı da ciddi şekilde el ve ayak donukları ile çıkışı yapabildiler. Aralarında, yaşamını kaybetmekten kıl payı sıyıranlar bile oldu. 8000 metrelik bir dağda en istenmeyecek durumlar bunlardır işte- can havliyle dağdan kaçacak kadar kötü duruma düşmek!

 

Zirve tırmanışı öncesinde canımızı oldukça sıkan bir olay, Mustafa’nın dişinin iltihaplanıp abse yapması oldu. Acil bir antibiyotik tedavisine başladık;  Kanadalı ve Amerikalı arkadaşımızı da alarak Çin-Tibet Dağcılık Birliği’nden jip kiralayıp, 3700 metredeki Shigar kasabasına, alçaklara indiğimiz bir haftanın sonucunda, Mustafa’nın dişi mucizevi şekilde iyileşti. İyi de oldu, çünkü bu durum zirveye çıkamamanın ötesinde, ciddi bir enfeksiyona dönüşüp Tibet gibi en basit tıbbi yardımın bile eksik olduğu bir ülkede hayati tehlike yaratabilirdi.

 

Böylece, mayıs ayının ortasında Ana Kampımızı son kez terkederek yukarı yönde, dağa doğru yola düştük. Mustafa ile kendimizi çok motive ve zinde hissediyorduk. Önce 6400 metredeki İleri Ana Kampa, sonra da 7066, 7890 ve 8300 metrelerdeki yüksek kamplarımıza hareket ettik. Artık dağın kuzey sırtı üzerinde yükseliyorduk. North Col’dan çıkışta  kar- buz yamaçları üzerinde tırmandıktan sonra, 7500 metrede kayalık, daha dikçe etaplara ulaştık. 7500 metreden sonra kendimiz sırtımızda  taşıdığımız üçer tüp oksijeni kullanıyorduk. Oksijen esas olarak el ve ayakların kanın yeterli oksijen taşıyamaması sonucu üşüyüp donmasını engellediği için işe yarıyordu. Bir avantajı da, 7500 metre üzerindeki kamplarda uykuya çok yardımcı olmasıdır. Ancak tüpleri sırtta taşımak da ciddi bir ağırlıktı ve yorucu oluyordu.

 

Son yüksek kampımız olan 8300 m. kampı olağandışı bir yerdi: eğimli kar- kaya yamacında eğri büğrü kurulmuş çadırlar! Belki de dünyanın en yüksek kampı niteliğini taşıyan, sağında solunda donmuş cesetlerin olduğu, birçok 8000’lik dağın zirvesinden daha yüksekte olan bu kampa öğlen varıp, biraz dinlenip, gecenin erken saatlerinde zirve için yola çıkacaktık. Sözkonusu heyecanı bu yazımda betimleyebilmek olanaksız… unutulmaz, değerli, sıradışı saatleri binlerce metre aşağıdaki bir bulut denizini yarıp çıkmış onlarca 7000 metrelik Nepal ve Tibet zirvesini seyrederek geçiriyorduk. Uzayda mıyız, dünyada mı? Aradaki sınır çok ince artık! Bu arada bol sıvı alıyor, bu yükseklikte iştah filan olmadığı halde yemek zor olsa da yiyorduk da. Buna ihtiyaç olacaktı.

 

20 mayıs akşamı, Çin saati ile hava 22’ye doğru karardıktan sonra zirve için yola çıktık. Bu son etapta toplam beş kişiydik, Tibetli Sherpa arkadaşlarımız Tshering ve Chimi, Amerikalı arkadaşımız Matt Vulk ve biz ikimiz.. Hava açıktı, kapkaranlık gece yıldızlarla doluydu. Arasıra buz gibi bir rüzgar esse bile, hava genel olarak durağan sayılırdı. Ardımızdan hantalca ilerleyen bir Çinli dağcı grubu dışında dağ boştu- sıranın en önünde de biz vardık. Bu büyük bir ayrıcalıktı çünkü bu dağda başka insanlar yüzünden başınız derde girebiliyor; yavaş ilerleyen birinin dik bir etabı inmesini veya çıkmasını beklemek çok dertli olabiliyor! Şansımızı kendimiz yaratmıştık…

 

Tüm gece boyunca Everest Dağının keskin kuzey sırtı üzerindeki dik kayalar ve sert kardan, kafa lambamız ışığında tırmandık. Arasıra lambaları kapatıp önümüzdeki büyük, karanlık boşluğu seyrediyorduk.. Bu rotadaki en büyük engeller dağın kuzey omzu üzerindeki, 8600 metrelerdeki 1. step ve 2. step adlı kayalıklardı. Deniz seviyesinde olsa zevkli bir kaya tırmanışı olabilecek bu 20-30 metrelik uçurumlar, her ne kadar üzerlerinde merdiven, sabit hat ipi vb. donanım olsa da, bu yükseklikte gayet uğraştırıcıydılar. Astronot giysisini andıran hacimli kaztüyü elbiseler, büyük ayakkabılar, kazma, krampon, sırtta ağır çanta, elde koca eldivenler ve suratı kapatıp görüşü, hareketi, dengeyi bozan oksijen maskeleriyle, herşey daha zor..

 

Zirvenin beyaz, karlı, keskin piramidini gecede hayal meyal görüyoruz artık. Tshering ile kafa lambalarımız  eksi 30 derecelik soğukta bittiler, 8750 metrede Mustafa, Matt ve Chimi de gelince tekrar ve beraberce yamacı kramponluyoruz. Takvim sayfaları 21 mayısa dönmüş, Tibet’te hala geceyken ve Asya’nın göğünde daha henüz yıldızlar varken, dünyanın zirvesine varmak üzereyiz! Ufak bir hesap hatası bu – gereğinden hızlı, daha geceyken zirvede olmayı kim ister? Hele de, bu bıçak gibi soğukta.. Biraz da kasten yavaştan ilerleyerek, sabah daha güneş Himalayaların üzerine doğmadan, Everest’in 8850 rakımlı buz gibi donmuş zirvesine, günün ilk ekibi olarak yaklaşıyoruz! Buzlamış karlı yamaçlar ve dik kayalık sırtlar her adımda daha da açılıyor, ta ki artık önümüzde hiçbir engel kalmayana kadar. Zirve omzunu takiben, işte zirvedeyiz! Bu son beş altı adımı o kadar net anımsıyorum ki.. Üzeri buzlu bir sırt yapmış, üçgen şekilli, birçok kumaş dua bayrağının yerde donup kaldığı zirveye son adım! İnanılmaz…Mustafa ile sarılıp kucaklaşıyoruz. Yıllarca yapılan dağcılığın, hayallerin, gidilen dağların, yapılan seyahatlerin, verilen emeklerin, sarfedilen çabaların ve geçen iki aylık çabanın bizi getirdiği yer işte burası…Dünya ayaklarımızın altında, dipleri hala zifiri karanlık olan dört yöne dik açıda düşüyor!

 

Çok sevinçliyiz, harika bir havada, belki de tüm bahar döneminin en ideal gününde, hiçbir ciddi engelle karşılaşmadan amacımızı gerçekleştirmiştik. Türk ve Fenerbahçe bayraklarını açarak fotoğraflar çektik. Ancak, bir dağcının yaşamındaki en muhteşem an henüz gelmemişti: günün ilk ışığının dünyanın en yüksek noktasında biz Türk dağcılarının yüzüne vurması! Çiğ turuncu ışık zirveyi yıkarken maskemi çıkarttım ve zirvede uzunca bir süre seyrek, oksijensiz havayı soludum. Işığın kuvvetlenmesiyle beraber, aşağılardaki donmuş peyzajda uzun buzullar, sivri zirveler de ortaya çıktılar. Gece yerini güne bırakıyordu artık; batıda Everest’in piramit gölgesi ufku işgal etmişti.. Biz de, beş buçuk saat süren zirve tırmanışını geride bırakmış, zirvede geçen 50 dakikadan sonra dağı bir an önce terketmek üzere aşağı yönde harekete geçmeliydik artık. İyi de ediyorduk çünkü zirveye ilerleyen daha yavaş ekipler ancak varıyorlardı ve ortam az sonra daha kalabalık olacaktı. Aşağı yönde yolumuz açıktı; güneş ışığı ile yıkanan kuzey sırtından, Dünyanın kavisini adeta balıkgözü bir objektiften bakarcasına seyrederek, Dünyanın en yüksek dağlarını görerek iniyorduk. Karşımızda Makalu, Kançenjunga, arkada Cho oyu ve Şişapangma gözüküyor. Yanda Pumori ve Çangtse, çok aşağılardalar. Bu sabahın tanımı ancak ‘olağandışı’ olabilirdi…..

 

8300 kampına indiğimizde sevinçten neredeyse ağlıyorduk- mutluluğumuz bu denliydi. Evet, ‘Dünyanın Ana Tanrıçası’ Çomolungma, bizi çömertçe ağırlamış ve selametlemişti.

 

Aynı günün akşamı, 6400 metredeki İleri Ana Kampımızda dumanı tüten şekerli çay içerek bunu kutluyorduk. Dağcının kutlaması neyle olur; tabi ki çayla!

 

Gerisi bir dönüş hikayesi; Türkiye’ye dönmek umulmadık derecede hızlı oldu. Mayısın son günü sevdiklerimizle kucaklaşmak ayrıcalığını yaşadık. Everest Dağı ve Tibet’in dağlarında, geride bıraktığımız iki buçuk ay hatıralarımızın raflarında canlı birer hayal gibi gerilerde kalmışlardı bile. Birbirimize soruyoruz; tüm bunları biz mi yaşadık?

 

İşte yine daimi olarak kafamı meşgul eden o soru: bakalım bundan sonraki dağ maceramız dünyanın hangi uzak köşesindeki zirveye doğru devam edecek?

 

Dağlar ve tırmanışla kalın!

 

TUNÇ FINDIK,  2007

 

 

 

Bu yazı yorumlara kapalı.