ALADAĞLAR K. DEMİRKAZIK KUZEY DUVARI YENİ ROTA -‘AVCI’, 2007
Bugüne kadar tarihindeki tüm istilacıları geri püskürtmüş kutsal Rusya toprakları, beni de beklemediğim tarzda üzerinden atmıştı işte. Pasaport veya vize sorunu nedeniyle (asla tam olarak ne olduğunu bilemeyeceğim!) ayaküstü sınırdışı edilmiştim- dağa bile varamadan, havaalanından paket!
Tüm geceyi, Kafkasya dağlarının eteğindeki Nalçık şehrinin daracık, asap bozucu bir havaalanı odasında mülteci misali geçirdikten sonra, Antalya üzerinden İstanbul’a ulaştım. ‘Terminal’ filmini seyrettiyseniz eğer anlarsınız, vaziyetim ona çok yakındı gerçekten de. Hayalkırıklığı, boşluk ve tam bir duvara toslama hali…bu, dağa gidip başarısız bir tırmanış yapmak ve dağı terketmekten çok daha farkı bir durumdu, gülsem mi ağlasam mı?Sözkonusu saçma olayı unutmak ve tırmanmaya devam etmek en iyi seçenekti tabii ki. Eve dönünce, kaya antrenmanlarıma bıraktığım yerden aynen devam ettim, nerede kalmıştık??
Daha o sefil Rusya seferine çıkmadan çok önceden, Kayseri’deki arkadaşım Nurettin (Özcan) ile uzun uzun konuşuyorduk- onun yeri olan Hisarcık’taki geleneksel çatlak rotalarını ve Aladağlar ile Dedegöl’deki uzun duvarları. Mutlaka birşeyler yapacaktık beraber, yolumuz kaçınılmaz olarak geleneksel kaya tırmanışında buluşuyordu, onun tanımıyla ‘kireçtaşına yolculuk’ olacaktı bu. Geleneksel tırmanış, takoz setleri, çift ip!! İşte en güzel şeyler… tek derdim, haziranda döndüğümüz Everest tırmanışından sonra, sert bir kaya rotası için daha tam olarak toparlanamamış olmamdı. Nurettin de antrenmansız olduğunu söylüyordu gerçi ama?
Ve en nihayet, ağustosun ikinci haftasında Aladağlar’da buluşmak ve bilinmeyene hareket etmek üzere sözleştik. 9 ağustos günü, Çukurbağ köyünün yeşillikleri tipik olarak önümüzde uzanıyordu.
Bir sürpriz daha.. 4 sene önceki acı, ağır, dayanılmaz bir gün, gönlümün anılar defterinin tozlu sayfalarından geriye çıktı: rahmetli dostum Kürşat Avcı’yı kaybetmemizin yıldönümü. Normalde, bu günlerde Kafkasya’nın 5000 metrelik zirvelerinde onun hatırasını anmayı planlamışken, şimdi kısmette burada, onu kaybettiğim mekanda anmak varmış. Çukurbağ’da yeni açılmış olan AKUT dağevinde, onu anmak üzere gelmiş olan Kürşat’ın sevgili anne, baba ve teyzesini görmek benim için tatlı ama biraz da yürek burkucu bir deneyimdi. Zaman her ne kadar geçse de, yıllar yılları kovalasa da, böylesi bir kayıp asla telafi olmuyor dostlar..
Bu tür düşüncelerle, Salim abimizin traktörünün sırtında tozu dumana katarak Sokulupınara, oradan da Arpalık Yaylasına çıktık ve günün hedefi olarak Tekepınarına yürüdük- sırtta teknik malzeme ve yiyecek dolu ağır çantalar.. Türkiye’yi basan Afrika sıcağının etkisi ile, ter alnımızdan akıp gözlerimize doluyordu.
Tekepınarı herzamanki kadar güzeldi. Kaynak, şahane ve buz gibi suyuyla bizi serinletirken, çevresindeki yabani naneler de akşam yemeğinde salatamızı süsleyecekti. Güneşin şiddetli sıcağından kaçıp gölgedeki kayalarda biraz tırmandık ve gecenin serinliğinde yıldızları seyrettik. Ertesi gün ise, dört kişilik ufak ekibimizle keyfekeder şekilde çevredeki zirvelere yürüdük. Bu umarsızca hareketimiz bize, ertesi günü duvarı tırmanırken, ekstra bacak ağrısı olarak geri dönecekti! Neyse.
Bu arada, arkadaşımız Murat (Kandi), Nedim (Urcan) ve Niğde AKUT ekibi de kampımızda bize eşlik ettiler. Gece, bir sefer daha yıldızların altında sohbetle geldi.
Sabahın çok erken saatinde, Nurettin ile dışarıda taşlara çömelmiş, içimiz üşüyerek kahvaltı ediyoruz….. hava, gün içindeki ısıyı yalanlarcasına serin. Sonunda, önceki günden karar verdiğimiz hedefimiz olan Küçük Demirkazık kuzey duvarına doğru yola çıktık. Zihnimizde canlandırdığımız rota, bu geniş ve kulvarlarla bölünmüş olan duvarın en sağında ve hiç tırmanılmadığını düşündüğümüz bir hattı. Görüntüde derin ve dik bir kaya baca / kulvarı dağın kuzey sırtına doğru uzanıyordu. Bu dağın kayası tipik olarak çok sağlamdır, hatta bölgedeki en sağlam kayaya sahip zirve budur. Bizim seçtiğimiz rota da bundan nasibini almış olmalıydı. Ne mutlu ki, haklıymışız.
Hafiftik oldukça, birimiz çift ipi, diğeri de daima artçının taşıyacağı ufak sırt çantasını almıştık. Klasik kuzey duvar rota girişinden sağa uzanan setli, kolay kayalarda, vadinin sabah soğuğundan çıkarak terlemeye başladık ve ilk birkaç yüz metre yüksekliği hızla ve zorlanmadan tırmandık. Birinci Dünya Savaşının tepesi iğneli askeri kasklarını andırdığı için ‘Miğfer Kaya’ adını verdiğimiz bir kaya kulesinden hemen önce, sola ayrılan derin kanyonumsu bir kulvara girdik. Buraya tereddütsüz ‘Koridor’ adını verdik. Koridor, birkaç yüz metre boyunca kısa, zevkli zor etaplarla kesilmiş serbest tırmanışla bizi duvarın kalbine doğru götürüyordu. Aşağımızda, kulvar ortasından dağ keçileri geçiyordu- bizi duyunca dörtnala uzaklaştılar…
En sonunda bacalar iyice dikleşip seçenekler azalınca, ipe girme ve emniyet alma vakti de gelmişti. İlk etap benimdi: önümde kısa zor hamle ile bölünmüş kolay bir yüzey vardı. Kaya çok sağlam, tırmanış boşluklu ve zevkliydi. Sonra bir etap daha lider gittim; arasıra çürük bloklar barındıran bir yüzeyde travers ve tozlu beyaz bir bacayı tırmanmanın ardından dik bir yüzey. Çıktığımız slabımsı, kolay setin kıyısında paslı bir iniş sikkesine bırakılmış bir karabin görmeyi hiç beklemiyorduk; demek ki zurnanın zırt dediği bu zor etap altından, rotayı eskiden deneyen birileri inmek zorunda kalmıştı! Çünkü kulvarın tıkandığı bu dikey amfitiyatroda artık seçenek kalmıyordu; ya tepemizdeki negatif, çürük, emniyet imkanı olmayan, yosunlu siyah yüzeye girilecekti ya da soldaki negatif, layback ince çatlak çıkılacaktı. Her iki seçenek de oldukça zorlu görünüyordu ve hiç şüphesiz zordular.
Nurettin, Kayseri’nin geleneksel terörü, bu sefer ipin keskin ucundaydı. Önce dik bir slab etabını çapraz sola traversledi ve bir bacaya girerek beni de yanına aldı, sonra da zor etaba saldırdı. Adım adım, iki ileri bir geri, gri negatifi bölen ipince çatlağı çıktı- yürekler ağızda bir etaptı gerçekten de. Kilit etabı bol ot ve taş temizliği yaparak ve üzerindeki hemen tüm malzemeyi çatlaklara zorlukla yerleştirerek, yapay ve serbest karışık tırmanarak geçti. Ufacık setteki yarı askı istasyonundan görebildiğimce onu seyrediyordum, dişlerim birbirine vuruyordu soğuktan, altımdaki uçurumu seyrederek düşünüyor ve merak ediyordum ne yaptığını Nurettin’in- ki bir çığlık! Beni tırsıtan, hayallerden ve titremeden gerçeğe geri getiren bu canhıraş seda ile emniyet aletimden geçen çift ipe daha da sıkı sarıldım, düştü mü ki? Meğerse zor bir yeri geçip bağırmış adamım sadece.
Kısa süre sonra, üstten emniyete rağmen zorlanarak, dostumun cesur lider çıkışını düşünerek, bu negatif ve de ayak eksik etabı topladım. Gerçekten de, malzemelerin sadece üstünkörü yerleştirilebileceği bu ince çatlakta ayak basacak ufacık yerler bile yoktu. Üstteki sette, istasyondan gülerek ip boşunu alan kardeşime katıldığımda duvarın zor etabını bitirmiştik ve artık sırta yakın olmalıydık. Taşıdığımız üç litre suyun hacmini azaltmak ve biraz çikolata dişlemek için ideal zaman buydu işte! Hala gölgedeydik, güzeldi aslında, ensemiz pişmiyordu sıcaktan. İki ip boyu daha, şahane derecede sağlam ve yeterince dik kayalardan çıkarak, zevkten gebermiş halde dağın kuzey sırtındaydık. Tırmanış kuzey duvarının daracık, konfine bacalar ve kulvarlarından dağın havadar ve boşluklu kuzey sırtına sarmıştı.
Bir de baktık ki, yüz metre kadar aşağıdan, dağın batı tarafından, ertesi günü Hacettepeli olduğunu anladığımız iki dağcı geliyordu! Onlara taş düşürmemeye gayret ederek, kolay etaplardan zirve sırtına çıktık ve nihayetinde ipleri kaldırıp, çantada taşıdığımız dağ botlarımızı giydik ayağımıza. Artık klasik batı yüzü sırtındaydık. Bir yanımız kuzey duvarı, diğeri ise güney yüzü olarak, konuşup sohbet ederek zirveye doğru serbest tırmanışla ilerliyorduk. Kürşat ile bu dağın batı yüzünün ilk kış tırmanışını yaptığımızda, şu anda tırmandığımız etaplarda o soğuk 1995 kış gününde nasıl heyecan duyduğumuz aklıma geldi devamlı olarak. Güzel günlerdi yahu… Zirvede GATA dağcılık klübünden arkadaşlarla karşılaşmak da hoş oldu.
Klasik deftere yazı yazma seremonisinde, tırmandığımız bu yeni rotaya AVCI ismini koyduk. Klasik güneydoğu rotasından inişimiz oldukça kısa sürdü; çarşağa ve kampa inen yola ayak bastığımızda beraberce güzel bir işi yapmanın zevkini çıkartmanın zamanı da gelmişti. Mühim olan geleneksel tırmanış ruhunu, kayaya takoz atmayı yaşatmaktı, daha ne olsundu? Güneşin son ışıkları yüzümüze vururken Cımbar vadisi tabanında gidiyorduk. Dağ turuncu- kızıla boyanmış, Aladağ olmuştu yine. Burada olmayı niye sevdiğimi yine anladım. Her seferindeki gibi..
Akşam olurken kamp ahalisine sağsalim kavuşmak, kaynağın o serin suyuyla yıkanmak ve açık havada yemek hazırlamak harikaydı. Tabii ki arkadaşlarımız bizi fazlasıyla merak etmişler ve gece dönmezsek ne yapacaklarını bile konuşmuşlar!
Tekepınarı, adından da anlaşılacağı üzere, dağ keçilerinin uğrak yeridir. O gece de hiç farklı değildi, güneş batarken dört ayaklılar sırtlardan kafayı uzatıp, uzun boynuzlarını göstererek bize bakıyorlardı. Kimdi bu iki ayaklılar?
Evet! Kireçtaşına Yolculuğun bir bölümü daha tamamlandı, gerisi nereye şimdi? Nereye olursa olsun, bu heyecan ve yolculuk hiç bitmesin yeter. Taşlara değdiğimiz, tırmandığımız bir yerlerde buluşmak üzere, sevgilerle kalın!
Bu yazı yorumlara kapalı.