JANTUGAN TIRMANIŞI- KAFKASYA 1998, 1. bölüm
1998 yılının yazında yaptığımız Kafkasya Ekspedisyonunun aziz dostum Kürşat Avcı tarafından yazılmış olan hikayesi…
Mayıs 1996, Pruit 11, 4200 m. Yaklaşan fırtınanın habercisi kızıllık, Kafkasya Dağları’nın zirvelerini sarmış, belki de hayatımız boyunca bir kez daha görebilme şansımız olmayan ışık oyunlarını sergilerken, biz, yaşlı, biçimsiz binanın önündeki dengesiz, alelusul yapıldığı belli olan tahta bir sırada oturarak manzarayı beyinlerimize kazımak istercesine sessizce seyrediyoruz. Sadece yarım saat kırk beş dakika süren ışık oyunu bitip yerini karanlık gölgeler ve uzaklardan yükselen fırtına bulutlarına bıraktığında, içimizde bu ucu bucağı gözükmeyen dağlara tekrar gelip, kendimizi kaybedene kadar tırmanma duygusu kaplıyor. Ushba, Shkelda, Donguz-Orun, Nakra Tau, Dalar,.. hepsi de birbirinden çekici ve ürkütücü zirveler. Uyku öncesi kısa sohbetimizin konusunu bu zirveler oluşturuyor. Oysa şimdilik sadece Elbrus’a çıkmakla yetinmek zorundayız.
27 Temmuz 1998, Nalçık İki yıl sonra tekrar Kafkasya Dağları’nın eteklerindeki bir kentteyiz. Uzun zamandır konuşulan, planlanan ve sonunda hepimiz, bedelleri zaman zaman çok ağır olan, ama bir şekilde yoluna koyabildiğimiz kişisel ve mali problemleri aşarak Nalçık şehrine, yani tırmanış programımızın başlangıç noktasına ulaştık. Başlangıçta göze çarpan ilk problem mali sorunlardı. Bunu aşabilmek için sponsor arayışına gidilmesi gerekti, ancak bunun yapılabilmesi için gereken zaman, işlerimiz ve İstanbul’a olan uzaklığımız nedeniyle kısıtlıydı. Aslında ihtiyacımız olan miktar üç kişilik bir ekip ve 14 günlük bir tırmanış için toplam 2000 $ gibi, ilk bakışta sponsor aranması için komik görülebilecek bir rakamdı. Ancak küçük ölçekli bir özel kuruluş için bile az olan bu rakam bizler için yeterince fazlaydı. Sonunda elimizde sponsor dosyasıyla Ankara’da ulaşabileceğimiz kuruluşlara başvurmaya karar vermişken zamanımız iyice azalmış, yeterli mali desteği bulamayacağımız kesinleşmiş gibi gözüküyordu.
Bulabildiğimiz ilk destek Tunç’un (Fındık) çalışma alanıyla ilişkili olması nedeniyle Başkent Üniversitesi’nin verdiği az da olsa bir miktar paraydı. O kadar çok masraf kalemi vardı ki yol, konaklama, transfer, yiyecek, vize, fotoğraf malzemeleri ve daha ilk bakışta akla gelmeyen bir sürü ıvır zıvır listeye eklenebilirdi. Sadece fotoğraf malzemeleri başlı başına bir harcama kalemiydi. Ama şansımız döndü ve fotoğrafçılıkla ilgili her türlü problemimizin çözümü olan Mahmut abimiz (Tripod) bize bu konuda da yardım ederek Kodak Professional Ankara sorumlusu Ümit Bey’le görüşmemizi sağladı. Fotoğrafla ilgili her türlü ihtiyacımız Kodak Professional Ankara tarafından karşılanacaktı. Toplam maliyet göz önüne alındığında az gibi gözüken bu destek, mali açıdan zaten sınırları aşmış olan bizlere büyük bir rahatlama sağladı. İkinci olarada karşımızda zaman problemi vardı. Efecan’nın (Aytemiz) yaz okulunu tamamlaması, Tunç’un okulundan izin alması, benimse (Kürşat Avcı) dağılmış olan pek çok şeyi toplamam veya olduğu gibi yani dağınık olarak bırakmam gerekliydi!? Sonunda hepimiz için uygun olan tarih belirlendi ve gerekli tüm hazırlıklar tamamlandı.
Her şey tamamlanmış diye düşünüp hareket tarihini beklerken, Yılmaz’ın (Sevgül) kendi ekibinde karşılaşmış olduğu bazı problemler nedeniyle ekibimize katılmasıyla, 4 kişi olduk. Ancak bizim çıkmayı hedeflediğimiz zirvelerden çoğu için dördüncü bir kişi fazlaydı. Özellikle de ilk hedefimiz olan Ushba için. Üstelik her şey üç kişi için hazırlanmış ve düşünülmüştü. Yılmaz çadır ekibi de dahil olmak üzere ayrı davranmak zorundaydı. (Ancak şartlar, ileride ekipleri birleştirmemize neden olacaktı.) Nihayet, Nalçık’taydık ve aslında çok hazırlıklı (zihinsel olarak yapılan bir hazırlık, daha doğrusu bir kabulleniş) olduğumuz problemlerle hiç karşılaşmadan, daha önce irtibat kurarak bizi karşılamalarını istediğimiz Türk oteline Grand Caucasus Hotel Cinema’ya yerleştik.
28 Temmuz, Kamp Shkelda Sabah erken kalkarak son hazırlıkları yapıp, her şeyi bir kez daha gözden geçirdikten sonra kahvaltımızı yaptık. Saat 11.00 gibi kayıt için giden pasaportlarımız geri geldi ve bizi dağa götürmek için bekleyen aracımıza binerek önce Nalçık pazarından ekmek, bir kaç eksik malzeme ve 2.5-3 saat kadar sürecek yolculuğumuz için yiyecek ve içecek bir şeyler aldık. Sonra da ilk benzinlikte durarak yakıt şişelerimizi doldurduk. Yol boyunca her hangi bir polis kontrol noktasında durdurulmadan Elbrus kasabasına sorunsuz olarak vardığımızda akşam olmuş, saat 16.00-17.00 gibiydi. Pazarda çok oyalanmış olmalıydık. Aracımız bizi kamp Shkelda’daki Rescue Center’da bıraktı. Çevrede hiç batılı dağcı yoktu. Sadece Rus tırmanıcılar ve kampçılar vardı. Ve ikincilerin sayıları inanılmayacak kadar çoktu. Rescue Center’a nerelere tırmanacağımızı, rotamızı ve dönüş tarihimizi bildirdikten sonra (bu çok zor oldu, çünkü kurtarmacılar bölgedeki hemen herkes gibi Rusça dışında bir dil bilmiyordu), tırmanışın ikinci bölümü için 10 ruble karşılığında (1.5 $) bir depoya bırakacağımız malzemelerimizi ayıran bizimkilerin yanındaki yaşlıca teyzenin el ve kol hareketleriyle ateşli ateşli bir şeyler anlattığını gördüm. Yaklaştığımda kadın elinde silah tutar gibi yaparak ‘bum, bum’ diyordu. İçimden ‘herhalde 2. Dünya savaşında burada geçen çatışmaları anlatıyor ama bunun ne yeri ne de sırası, daha yürüyecek saatlerce yolumuz var’ diye düşünürken, Efecan gülümseyerek ‘gideceğimiz yerde haydutlar varmış herhalde, teyzem son on dakikadır bunu anlatmaya çalışıyor’ dedi. Tunç hala dikkatle onu dinleyip çok az bildiği (hemen hiç bilmediği) Rusça’sıyla, İngilizce,el, kol ve ayaklarını da kullanarak kadına soru sormaya çalışıyor, Yılmaz ise hiçbir şey yokmuş gibi oturmuş onları seyrediyordu. Sonunda kadın insanlık görevini yerine getirdiğine kanaat getirmiş olmalı ki bize iyi dileklerde bulunarak uzaklaştı. Ne yapacağımızı kısa bir süre tartıştık ve Igor (kurtarmacının adı buydu, isimler bazen çok işe yarayabilir diyerek tanışma ihtiyacı duymuştum) beni uyarmamış olduğu için yola devam kararı verdik. Orman içinden rahatça yükselen bir patikadan ağır adımlarla, manzaranın tadına varmaya çalışarak ilerliyorduk. Ara sıra karşımıza yürüyüşçüler çıkıyor ama yukarıdan aşağıya doğru hiç dağcı inmiyordu. Halbuki gittiğimiz yerde hepsi çok tanınan ve önemli kabul edilen 5-6 kadar 4000 metre üzeri zirve vardı. Bulutlar iyice alçalarak yağmur belirtileri artınca hızlandık. Yağmur başlamadan, başka çadırların da bulunduğu bir kamp yerine ulaştık. Hiçbir çadırın önünde ne bir ip ne de bir kazma veya krampon vardı, buradaki herkes kamplı yürüyüşler yapıyordu anlaşılan. Çadırları kuracak bir yer ararken Tunç birkaç gençle bilgi alabilmek için konuşmaya çalıştı. Yine aralarında İngilizce bilen yoktu ama gitmek istediğimiz yeri söylediğimizde zaman zaman birbirlerine bakıp gülerek yaşlı kadının söylediklerinin hemen hemen aynısını anlattılar. Konuşmanın sonu yine ‘bum, bum’la son buldu. Sorunumuz büyüktü ama adamlar o kadar güzel anlatıyordu ki bizde gülümseyerek veya birbirimize takılarak konuşmayı dinliyorduk. ‘Bandits bum,bum Kalaşinkof’. Çadırı yerleştirip yemek yedikten sonra Yılmaz da bizim çadıra geldi ve çaylarımızı içerken ne yapacağımızı konuştuk. Sonuç olarak buz çekiçlerinin otomatik bir piyade tüfeğine karşı hiç de iyi bir rakip olmadığına karar vererek yeni bir plan geliştirdik. Öncelikle Adyl-Su vadisine inecek, 5 gün boyunca orada tırmanacaktık. Bu zaten normal planımızın ikinci bölümüydü, bölgeyi ve zirveleri bildiğimiz için sorun da yoktu. Planın bundan sonrası biraz tartışma yarattı ve sonunda Nakra-Tau ve Donguz-Orun’un çıkışlarını denemeye, kalan iki günde de Elbrus’a gitmeye karar verdik. Elbrus’a daha önce çıkmış olan Tunç ve benim için sıkıcı olabilirdi ama Yılmaz ve Efecan için, hazır gelmişken ve hesapta hiç yokken iyi bir fırsattı. Ayrıca Efecan ilk defa 5000 metre üzerine çıkarak ilerideki bir yüksek irtifa projemiz için kendini sınamış olacaktı. Tek tük düşen damlalar, iyi geceler dilekleri ve yine sessizlik. Yapmış olduğumuz plan banditler yüzünden bozulmuş, Kafkasya’ya gelmemizin en önemli amacı olan Ushba’nın altındaki kampa bile ulaşamamıştık. Hepimiz aynı şeyi hissediyorduk ‘büyü bozulmuştu’. Bu faaliyet asla istediğimiz gibi olamazdı artık. 4000 metrede bir buzulun ortasında aylarca yaşayarak, gelen dağcıları haraca kesen haydutlar olabileceğine bir türlü inanasım gelmiyordu. Yüksek sırtlardaki geçitleri aşıp, buzul çatlaklarından geçip 4000 metrelik bir buzulda yaz sezonunu geçirmek; vatanları bu yüksek topraklar olan insanlar için belki de çok zor bir şey değildi. Dağlıyla dağcı arasındaki fark bu muydu ?
29 Temmuz, Green Bivak Sabah biraz geç kalkarak tembellik yaptıktan sonra kampı topladık ve bizlere gösteri yapan sincapları seyrettik. Ağırdan alıyorduk, acelemiz yoktu, bu sabah Ushba’ya değil de bambaşka bir yerlere gitmek zorundaydık. Hızlı bir tempoyla, yanlış yollardan gittiğimiz için zaman kaybetmemize rağmen 3-4 saatte Green Bivak olarak adlandırılan kamp yerine ulaştık. Çok bilinen, rehber kitapların şiddetle önerdikleri bir yer olan kamp, buzul morenlerinin arasında ve buzulların başlangıcında yemyeşil bir vaha gibi yer almakta. 2600 metre yüksekliğindeki bu kamptan Ullu Kara, Baş Kara, Germogenova, Jantugan, Gumachi, Trapetzia ve adını hemen anımsayamadığım pek çok zirveye gidilebilir. Ancak saymış olduğum zirvelerin yükseklikleri göz önüne alındığında çıkmayı planladığınız zirveyle, Green Bivak arasında yaklaşık 3500 metrelerde buzul üzerine ara kamp kurmanın Green Bivak’tan direk tırmanış yapmaktan daha iyi bir fikir olduğu kuşkusuz. Ancak bunun yapılabilmesi içinde çıkılacak zirvelerin ve rotaların iyi seçilmesi, (zirveler birbirlerine oldukça uzaklar ve bölgedeki pek çok rota gerçekten çok uç zorluktalar) sürekli kamp taşıyarak zaman kaybedilmemesi önemli bir nokta. Sanırım bu tırmanış boyunca yaptığımız tek hata bölgedeki tüm tırmanışları Green Bivak’tan başlatmak oldu. Eğer 3500 metrelere kampı taşımış olsaydık (bunu aynı gün yapabilirdik) çok daha az yorulacak, belki bir kaç tırmanış veyatravers daha yapabilecektik. Ancak gerek bürokrasi gerekse asıl hedefimizden uzaklaşmak zorunda olmanın verdiği konsantrasyon kaybı, her gün yapılacak olan 1300 ile 1600 metre arasındaki çıkış ve aynı yolun geri dönüşlerinin uzunluğunu göz ardı etmemize neden oldu. Kamp yerinin hemen yanından her zaman ince bir bulanıklığı da olsa buzul suyu akıyordu. Suyun içindeki toz taneleri o kadar küçüktü ki tülbentle süzmek bir işe yaramıyordu. Su sanki klorlanmış gibi bir renkte akıyor toz tanecikleri suyun tadını bozuyor, belli belirsiz çamur içiyor gibi bir hisse kapılıyordunuz. Ama, keşke tek problemimiz bu olsaydı. Suyun ağzımızın tadını bozduğu gibi iki sınır polisi de sinirlerimizi bozacaktı. Kamp yerine geldiğimizde zaten orada bulunan ve her çadıra uğrayarak bazılarına sorular sorup, bazılarında ise ikram edilen içecekleri içerek sohbet eden polislerimizin gözü pek fark ettirmemeye çalışsalar da sık sık bizim ekibe takılmaktaydı. Bizi de ziyaret edecekleri kesindi ancak, yaptığımız her şey yasaldı ve buraya kamp kurmak için herhangi bir belge gerekmediği söylenmişti bizlere, korkacak ne olabilirdi ki? ‘Documents’ adam bunu kibarca söylemişti. Sarışın uzun boylu olanı pasaportlardaki bayrağı tanımaya çalışırken sanki bir faydası olacakmış gibi hep bir ağızdan ‘Turtsi’ derken her halde komik gözükmüş olmalıyız. Cevap kısa ve netti ‘Turtsi, da’ ‘guıde’ adamın İngilizce bildiğini sanan Tunç anlattı da anlattı ama adam anlamadı. Sonunda geldiğimizden beri sürekli olarak yaptığımız, ilk defa da burada açık bir başarısızlığa uğrayan her dilden bir parça ve buna eklenen el ve kol hareketleriyle onlar sordu biz yanıtladık. İlk 10 dakika sonunda halen başladığımız yerdeydik, aslında bir adım atmayı başarmıştık, çünkü adamların tavırlarından ortada bir sorun olduğu rahatça anlaşılıyor ama biz özellikle gülümseyen yüz ifadelerimizle sanki bunu hiç anlamamış havalarında, olaydan sıyrılmaya çalışıyorduk. Sonunda kısa boylu ve bıyıklı olan polisimiz tüm kampı gezerek hem Rusça hem de İngilizce bilen birisini bulmayı başardı. Sarışın uzun boylu, renkli gözlü ve çok iyi İngilizce’si olan bu Estonyalı çocukcağız da hiç istemeden taraflar arasında yer almak zorunda kaldı. Tabii artık anlamıyormuş gibi yaparak sorunu çözemeyeceğimiz kesinleşmişti. Artık çözüm bulma ve bunu en ucuz fiyata çıkarmaya çalışıyorduk. Adamların dediklerine göre sınırın 5 km. yakınında kamp kurabilmek için özel izin gerekliydi, izne sahip olmadığımız için ceza ödeyip geri dönmeliydik. İşler iyice sarpa sarıyordu, hem ceza ödeyeceksiniz hem de geri döneceksiniz, kafamız iyice karışmıştı. İlk hamlemiz ceza ödemeden geri dönmeyi teklif etmek oldu, ve hemen red cevabı aldı. O zaman madem ceza ödeyecektik o zaman tırmanış yapmamıza izin verilmeliydi. Yine red cevabı, kanunları çiğnemiştik, ceza belge için değil bunun içindi, ancak izin belgesi alarak dönersek tırmanabilirdik. Ya paramız yoksa? Burada kamp yerinde kalırdık ve pasaportlarımıza el konulurdu. Gözlerimiz adamın elindeki pasaportlara takıldı ister istemez. Adam başı 70 $ ceza istiyorlardı. Üstelik geri dönmek şartıyla. Cevabımız hayır o kadar paramız yok, biz burada kalıyoruz oldu, biraz da sert bir şekilde üstelik. Nasılsa bu ülkede de bazı yasalar vardı ve her halükarda bir şekilde pasaportlarımızı geri alabilirdik. Belki 20-30 gün sonra ama olsun. Polislerimiz bunun üzerine daha sevecen bir havaya girerek ‘aslında yasalara aykırı ama sizler için gerekli izinleri belki ceza karşılığı alabiliriz’ gibilerinden bir iki şey söyledi. Ancak gerekli işlemler için pasaportlarımızı onlara teslim etmemiz gerekiyordu, ertesi gün öğleye kadar izin belgelerimiz ve pasaportlarımız geri gelecekti. Pasaportlar burada bizim her şeyimizdi ve hiçbir şekilde Rus polisine verilmeyecek kadar kıymetlilerdi. Ancak o kadar uğraşı sonunda gelebildiğimiz bu dağlarda tırmanış yapabilmemizin tek yolu bu gibiydi. Pazarlıklar sonucu rüşveti, pardon, cezayı diyecektim, 40 $’a kadar düşürmeyi başardık. Polisler aceleyle aşağıya doğru giderken biz yemek hazırlıkları yapıyor ve bizim paralarla mümkün olduğunca iyi bir gece geçirmelerini diliyorduk. Bu dileğimizde de çok ciddiydik, pasaportlarımız onlardayken alkol zehirlenmesi veya bıçaklanarak ölmeleri ailelerini öksüz bırakacağı gibi bizleri de Kafkas Dağlarında bırakabilirdi. Aldığımız riskin büyüklüğünün hepimiz farkındaydık. ‘Kafkasya Dağlarında Yedi Yıl’ kulağa hoş gelmekle birlikte buralarda Dalai-Lama falan da yoktu, dağlar yönünden zengin ama mistik yönden çok kısır bir bölgedeydik.
30 Temmuz, Green Bivak-Trapetzia Sabah geç kalkarak, açık hava altında kahvaltımızı yaptık. Pasaportlar ve izin erken gelirse pek yüksek ve uzak olmayan Trapetzia zirvesine çıkmaya karar verdik. Artık tırmanışlara başlama zamanımız gelmişti, biraz daha oyalanırsak geri döndüğümüzde sadece ‘hoş bir geziydi, biz Nalçıktayken…’ diyerek başlayan tırmanış öykülerimiz olacaktı herhalde. Saat 11.00 gibi uzun boylu, sarışın polisimiz yüzünde gülücükler açarak geldi. Çay teklifimizi kibarca red ederek pasaport ve izin belgelerimizi bizlere verdi. Geldiği gibi gülümseyerek ve iyi şanslar dileyerek hızla uzaklaştı. Yüzünden dün gece iyi eğlendiği, acelesinden ise bir gecede o kadar parayı bitirememiş oldukları ve bu gece için daha iyi planları olduğu anlaşılıyordu. Burada geçirdiğimiz zaman boyunca bir daha onlara hiç rastlamadık. Hemen hepsi üzerinden rahatça atlanılacak kadar küçük ve tehlikesiz çatlakları duraksamadan geçerek doğrudan Trapetzia’nın güney sırtına çıkan kar kulvarına girdiğimizde, zirvenin çekiciliğinden çok, kör talihe karşı açık farkla yenik götürdüğümüz oyunda en azından bir sayı alabilme hırs ve isteği bizi sürüklüyordu. Bu zirve kolaylığı ve yakınlığı açısından tam bir antrenman zirvesi. 3730 metre yüksekliği bölgedeki diğer zirvelerle kıyaslandığında çok az ama Kafkas dağlarına ve iklimine alışabilmek için iyi bir başlangıç sayılabilir. Onunla hemen hemen aynı özellikleri taşıyan ve birbirlerine çok yakın olan bir başka zirve de Gumachi (3890 m.), her ikisi de bölgeye alışabilmek ve daha zorlu rotaları rahatça inceleyebilmek için iyi birer seçenek. Aşağıdan kısa ve yatık gözüken kulvar tahminlerimizden uzun çıkmış ve gittikçe dikleşerek ilerlemekteydi. 1.5 saat sonra sırta ulaşmayı başarmıştık. Bizim sırta ulaşmamızla birlikte önceleri uzaktan uzağa gelen gök gürültüleri iyice yaklaşmış, üzerimizdeki mavi gökyüzü yerini kara ve tehtitkar bulutlara bırakmıştı. Sırt boyunca ilerleyerek hedefe vardığımızda yağmur taneleri düşmeye başlamış, öğleden sonra bozan tipik Kafkas havası etkisini göstermekteydi. Yağmurun verdiği rahatsızlıktan çok, yıldırım düşme riskinden dolayı hızla aşağı indik ve kampımıza ulaştık. Bu basit tırmanış paslanan bacak ve ciğerlerimizi açmış, moral depolamamıza, en önemlisi de Jantugan’da güzel bir rotayı gözümüze kestirmemize yaramıştı. Kolay da olsa 3730 metrelik birzirvenin ilk Türk çıkışını yapmış ve diğer tırmanışlar için yolumuzu açmıştık. Akşam yemeğinde ertesi günün tırmanış planlaması yapıldı ve artık şartların zorlamaları ve Ushba gibi küçük ekip gerektirmeyen zirvelerle karşı karşıya olmamız nedeniyle ekipleri birleştirme kararı aldık. Artık her tırmanışta dört kişi beraber hareket edecektik.
31 Temmuz, Green Bivak Sabah saat 4.00 gibi kalktığımızda açık bir gökyüzü karşıladı bizi. Ancak arkalarda sırtların gerilerinin sürekli şimşeklerle aydınlandığını görerek duraksadık. Aynı anda doğudan yükselen bulutların tehtitkar görüntüleri bu manzaraya eklendiğinde genel hava durumu hakkında çok iyi bilgilere sahip olamadığımızdan tırmanışı bir gün ertelemenin daha iyi olacağına karar vererek yattık. Zaman zaman uyanıp çadırın kapısından baktığımızda sürekli aydınlanan gökyüzü ve artan bulutlar doğru karar verdiğimizi gösteriyorlar ve sıcak uyku tulumlarımızda, vücudumuz kadar vicdanımızın da rahat olmasını sağlıyorlardı. Hava bulutlu ve kapalı olmasına rağmen gün boyunca tek bir damla bile düşmedi ve bizler havayı iyi okuyamadığımız için serin, güneşin kavurmadığı mükemmel bir tırmanış gününü kampta geçirmek zorunda kaldık. Bizi rahatlatacak olan tek şey havanın patlamasıydı ama onun bizim vicdani sorunlarımıza ilgi gösterdiği söylenemezdi. Bol bol konuşup, kitap okuyup müzik dinlediğimiz güzel bir gün olacaktı bugün ve bir daha gök yarılmadıkça tırmanışları ertelememeye karar verecektik.
1 Ağustos, Green Bivak-Jantugan Saat 3.00’de Yılmaz’ın kalkma saatini hatırlatmasıyla istemeye istemeye sıcak tulumlarımızdan çıktık. Şu dağcılık çok hoş bir iş de, birde şu erken kalkmalar olmasa. Kahvaltı ve kısa bir hazırlık sonunda saat 4.00’da yola çıkmıştık. Karanlıkta patikayı rahatça bularak yavaş yavaş Jankuat buzuluna doğru yürümeye başladık. Patikanın bitip morenlerin başladıkları yerde karanlık nedeniyle durmak zorunda kaldık. Hepsi yerinden oynayan ve kayan kayalar, taşlar hem tehlikeli, hem de görerek yürümeye göre çok yorucuydu. Havanın biraz olsun aydınlanmasını bekledikten sonra, tekrar yola koyulduk. Kamptan ayrıldıktan yaklaşık iki saat sonra Jankuat buzulunun aşağı taraflarına ulaşmış buzul platosunda ilerlemeye başlamıştık. Önce küçük sonraları gittikçe büyüyen çatlakları sağından solundan veya üzerlerinden atlayarak buzulun bir üst platoya birleşen dik kısımlarına doğru ilerledik. Sonunda karşımıza iki seçenek çıkmıştı biri gittikçe dikleşen ve sonlarında doksan derece olan bir buzul (ki bu bize en yakın konumdaydı) veya uzun bir yan geçiş ve alçalma sonrası ulaşabileceğimiz genelde 40 derece eğimle yükselen ancak başlangıçta 60-70 derece eğimi olan ikinci bir buz kulvarı. Sırf daha yakın olduğumuz için ilk seçeneği tercih ettik. Önceleri tek buz çekici kullanarak başladığımız tırmanış daha sonraları iki aletli serbest tırmanışa daha sonraysa iple emniyet alınarak emniyetli tırmanışa dönecekti. İpi kullanmamızdaki temel sebep rotanın iyice dikleşmesinden çok altımızda kapalı çatlakların varlığını anlamamız ve tırmanışın sonunda gözüken dik buzun altının dibi gözükmeyen bir buzul yarığı olmasıydı. Efecan önden sağlam buz bölgelerine buz vidalarıyla ara emniyet alarak yükselirken bende iki vidadan oluşan istasyondan emniyet alıyordum. Tunç ve Yılmaz ise daha rahat bir yerde bekleyerek dinleniyorlardı. Efecan fazla ara emniyet yerleştirmeden ve riskli bulduğu bölgelerde elinden geldiğince kibar ama hızlı davranarak yükselmeye devam etti. Eğer çatlaklarda köprü oluşturan buz tabakası kırılacak olursa düşme mesafesi 10-15 metreden az olmazdı her halde. Efecan dik yeri de tırmanıp yukarı çıktığında söyledikleri pek ağza alınacak şeyler değildi doğrusu. Ama yukarı yanına çıkıp her şeyi gözümle gördüğümde ona sonuna kadar hak verdim bu davranışı için. Karşımıza genişliği 10 metre belki de daha fazla olan, derinliğiyle ilgili fikir yürütmek istemediğimiz dev bir çatlak çıkmıştı. Üstelik bu çatlağa doğru girinti yapmış ama devamı olmayan bir köprünün üzerinde oturuyorduk. Bulunduğumuz yer ancak ayakta durulacak genişlikte ve kesinlikle emniyet duygusu vermeyen bir yerdi. Biz nereler yapmamız gerektiğini tartışırken Tunç ve Yılmaz’da yanımıza gelmiş hepimiz birden ata biner pozisyonda yerlerimizi almıştık. Efecan ilerdeki ince köprünün (ki bu çatlaktaki tek köprüydü) nasıl olduğuna bakmak için akrobatça hareketlerle ilerlerken genel olarak ne yapmamız gerektiği konusunda bir karara da varmaya çalışıyorduk. Verdiğimiz karar aşağıya inip ikinci yolu denemekti. Efecan köprünün sağlam olmadığını söylüyordu çünkü. Hem kim bilir daha kaç tane dev boyutlarda çatlak vardı bu rota üzerinde? Bir tane buz vidası bırakarak hepimiz güvenli bir noktaya kadar indik. Sonra iyice alçalıp yan geçerek bir kaya sırtının yanında yükselen, içinden oluk oluk suların aktığı uzun buzula girdik. Emniyet almadığımız için ‘front-point’ ve çift alet çıkmayı gerektirecek kadar dik olan bu buzu çıkmamız bir saate yakın sürdü. Yukarı, platoya vardığımızda bir saat boyunca buz çekici sallamanın vermiş olduğu yorgunluk kollarımızda, kramponların sadece ön sivrilerini kullanmanın verdiği yorgunluksa ayaklarımızda, dinlenme talep ediyorlardı. 15 dakika kadar süren bir dinlenme ve ardından çok çürük ama teknik olarak çok kolay olan kaya kulvarlarından birbirimize taş düşürmemeye çalışarak yükselmeye devam ettik. Önümüzdeki 4 kişilik Rus ekibinin düşürebileceği taşların verdiği endişeyle çok yavaş ve taş düşme hatlarının dışında tırmanışımızı sürdürdük. Jantugan’nın doğu sırtına ulaştığımızda diğer ekibe yaklaşıp, sırttaki uzun ama pek fazla yükselmeyen kar kulvarında ise onları yakaladık. Ekibin yaş ortalaması oldukça yüksekti. Yavaş olmalarının en önemli sebebi de bu olmalıydı herhalde. En yaşlıları yanına ilk gelen ben olduğum için ülkemi ve nelere tırmanmak istediğimizi sordu. Verdiğim cevaplar hoşuna gitmiş olmalıydı. Türkiye’ye daha önce iki kere gelmiş, bizi burada görmekten mutlu olduğunu söyledi. Sonra geldiğimiz buz rotasının tehlikeli ama bizim gibi gençler için en iyi seçimlerden birisi olduğunu, ve hızımızla ilgili güzel bir şeyler daha söyledi. Önlerine geçmek için izin istediğimde ise, ‘go young man, go’ diyerek beni selametledi. Ben kar kulvarını bitirip zirveye ulaşan son dik ve orta zorluktaki kaya etabına girdiğimde Tunç ve Efecan çok gerilerdeydi, sebebini merak edip beklediğimde Tunç heyecanla o yaşlı adamın Alexander Zaidler olduğunu ve uzun uzun konuştuklarını söyledi. Anlaşılan 68 yaşında Ukrayna Dağcılık Federasyon’u Başkanı; bir tarih vardı çevremizde. Yine zaman zaman çok çürükleşen ama hızla yükselen genelde III+, tek yerde IV- zorlukta olan kayayı da emniyet almadan ve sürekli taş düşmesinden etkilenmemek için büyük bir sabırla sırayla çıktık. Alttaki tırmanıcı güvenli bir yere ulaşana kadar üsttekiler kesinlikle hareket etmiyor. Üsttekiler rahat bir yer bulduklarında ise aşağıdakiler sırayla ilerliyordu. Çürük kaya etabı direkt zirvede son buldu. Biz zirvede fotoğraf çekerken geçen zaman içinde de Alexander Zaidler yanımıza ulaştı. Tabii ki koyu bir sohbet başladı hemen. Zaten aşağıda bir ekip vardı, onlar güvenli bölgeye ulaşana kadar düşürebileceğimiz taşlar nedeniyle inişe geçmemiz doğru olmazdı. Bay Zaidler zirveden görebildiğimiz her zirvenin ismini, yüksekliğini ve aklınıza gelebilecek her türlü bilgiyi ard arda sıralıyordu. Birkaç defa kar kaplanı olmuş bu yaşlı kurt herhalde Kafkasya’da da çıkılmamış zirve bırakmamıştı. Aşağıdaki tırmanıcılar da geldikten sonra kaya etaplarını daha önce bırakılmış iniş istasyonlarını kullanarak hızla aşağı indik. Çıkışı 2 A olarak nitelendirilen ve klasik rota olarak tanımlanabilecek güzergahı takip ederek 3 saat sonra kamp yerine ulaşıyoruz. Akşam yemeği sonrasındaki çay keyfi yine bir tırmanış toplantısına dönüşüyor ve yarın yani planladığımızdan bir gün önce Donguz Orun’a geçme kararı alıyoruz. Böylece bu zorlu ve önemli zirve için her türlü olumsuzluğa karşı yedek bir günümüz daha olacak.
(2. Bölüme devam)
Bu yazı yorumlara kapalı.