MATTERHORN (4478 m) KIŞ ÇIKIŞI, İSVİÇRE ALPLERİ 2003
Matterhorn, Avrupa’nın efsanevi zirvesi! Tırmanış arkadaşım ve 2007 yılında Everest zirvesine yolculuktaki yoldaşım Mustafa Kalaycı (Tafa) tarafından Matterhorn kış tırmanışımız için yazılan bu yazıyı sizlerle de paylaşmak istedim. Çünkü maceralarla dolu bu tırmanış, sevdiğim bir dost ile Alp Dağlarında yaptığım en anı dolu ve neşeli, bende yer tutan bir tırmanıştı diyebilirim…
MATTERHORN- VADİDEKİ BEKÇİ!
Bu tırmanışın esas hikayesi 1996 yılında, o zamanlar çömezi şu an üyesi olduğum HÜDDOSK kulübünün kış dönemini bitirebilmek için sevgili dostum Soner Ünsal ile bize verilen bir ödev ile başladı. Eğitmenimiz ve aynı zamanda psikoloğumuz olan Ufuk Özgöz abimiz ödev olarak 14 sekizbinlik dağ ve dünyanın belli başlı sıradağları hakkında kapsamlı bir dosya hazırlamamızı istemişti.
Soner, Messner’in ‘All fourteen eight-thousanders’ kitabı ile uğraşırken ben de Milli Kütüphane’de, vize ve finallere hazırlanan üniversite gençliğinin şaşkın bakışları arasında ansiklopedilere gömülmüştüm. Peşinde yıllarca sürüklendiğim bu hayal, Matterhorn’un siyah beyaz bir fotoğrafını görmemle başladı.
Dağ denilince birçoklarının aklına ilk gelen, yer ile gök arasında taştan bir kule gibi yükselen, inanılmaz simetrisiyle hayranlık uyandıran 4478 metrelik efsane dağ.Birçok dağ için, yine bir çoğumuzun içini geçirerek dediği gibi mırıldandım ‘belki bir gün’..İlk fırsat 1997 yazında Alman Dağcılık Federasyonu ile yapılan bir değişim grubuna seçilmemle ortaya çıktı. Dünyanın en ünlü dağcılık ve kayak merkezlerinden olan İsviçre’deki Zermatt kasabasına gidecek ve O’nu görecek olmak hepimizi oldukça heyecanlandırmıştı. Gittik gördük, etrafında günlerce dolaşıp bir dolu zirve yaparak, O’nu ise sadece seyrederek yurda döndük.İkinci fırsat 1999’da yolların bizi tekrar Zermatt’a götürdüğü günlerde ortaya çıktı. Bu sefer planların arasında Matterhorn’a bir deneme yapmak da vardı. Önce Breithorn, sonra Castor, Pollux ve Liskamm gibi 4000 metre üzerindeki dağlar derken yorulduk; doğu duvarının altında yattığımız günlerde ise Matterhorn bize hala çok dik ve zor, bir o kadar da karışık gözüküyordu. Almanlar ekibin bu tekniklikte bir rota için çok kalabalık olduğunu söylerek tırmanıştan vazgeçmemizin çok daha mantıklı olduğunu söylediler. Bense bende bıraktığı korkuyla karışık nasıl yapsakta deneyebilsek duyguları arasında Zermatt’ın yolunu çoktan tutmuştum.
Yıl 2002.. Güzel bir sonbahar günü, Hüseyingazi’ye kaya tırmanmaya giderken arkadaşım Tunç Fındık ağzındaki baklayı çıkarıveriyor: ’Olum bu kış Matterhorn’a gidelim mi?’ Ne diyeceğimi şaşırıyorum. Tabii ki, gidelim.. Eve dönüp dev gibi bir Matterhorn posterini özenle duvarıma yapıştırıyorum. Yatarken, kalkınca, giyinirken seyrediyorum. Zirveye doğru yükselen uzun ince bir hat.. Önümüzde yığınla sorun var. Yurt dışına tırmanışa gitmek başlı başına bir sorun. Hele hele bahsedilen ülke İsviçre gibi akıl almayacak kadar pahalı ise, sorunlar katmerlenerek artar. En esaslı para sorununu Alpinist Doğa Sporları Şirketinin sahipleri Murat ve Fatma Yıldırım, Türk dağcılığının Alplerdeki bu sert kış deneyimine ellerinden geldiği kadar destek vereceklerini söyleyerek çözüyorlar. Belki de Türkiye’de ilk kez bir dağ malzemesi üreticisi bir dağ tırmanışına destek veriyor! Yazın bir ay boyunca Türkiye dağlarında rehberliğini yaptığım yedi manitadan oluşan İsviçreli arkadaşlarım da, onlarda kalabileceğimizi ve bize her konuda yardım etmeye çalışacaklarını söyleyerek büyük bir rahatlama yaşamamızı sağlıyorlar. Vize sorunu ise, babası Alplerde yüzyılın başında bir çok rota açan ve ilklere imza atan Büyükelçi yardımcısının bizi büyük ilgiyle karşılamasıyla halloluyor.
İsviçre öncesinde yine Alpinist sponsorluğunda Ağrı kuzey-kuzeybatısına bir kış tırmanışına gidiyoruz. Ağrı Dağı’nın ilk çıkışını yapan F. Parrot’tan adını alan buzula, iki kişi için çok ağır gelen yüklerle ezile ezile ulaşıyoruz. Derin kar koşulları 3750 metredeki son kampımıza ulaşmamızı oldukça zorlaştırıyor. Tek seferde buzulu geçip zirveye ulaşmak için biraz aşağıda kalıyoruz. Kayalık bir sırttan yükselmeyi planlarken gece çok ağır bir fırtınanın ortasında kalıyoruz, daha yukarı kamp taşıyacakken de kötü havanın habercileri sirrüs bulutları gökyüzünü kaplıyor ve hava hızla bozuyor.. Telefonla ulaştığımız Kürşat Avcı kötü havanın çok yakında olduğunu haber veriyor. Zirve yakınlarına veya üst platoya kurulacak bir çadır, şiddetli rüzgar altında kolayca patlayabilir, bu da hiç işimize gelmedi doğrusu. Kös kös, derin kara batarak inmek zorunda kalıyoruz.
28 Şubat gününe zar zor ucuz bir uçak seferi bulup, ardımızda bıraktığımız dostlarımızın iyi faaliyetler dilekleri ve heyecan içinde Cenevre’ye ulaşıyoruz.Türkiye’deyken neredeyse gün aşırı internetten, Zermatt’ın resmi internet sitesinden hava, kar ve rüzgar durumunu ve güncel kameralardan Matterhorn’u izliyordum. Hava bir iki haftadır mükemmel.. Medeniyete bak be!
Gitmeden hergün rotayı gözlüyorum. Rehber kitapların hiç birinde kış çıkışlarıyla ilgili bir anlatım yok. Tüm yazarlar rotanın çok karışık olduğundan bahsediyor. Çözme umuduyla ilerliyoruz.İsviçre’deki ilk günümüz alışveriş ve kaldığımız kasaba Orbe’nin hemen dibinde bulunan bir vadiyi gezmekle geçiyor.Vadinin gölgede kalan tarafları şelale dolu ve hepsi donmuş. Bir donmuş şelale tırmanmak için sabırsızlanıyoruz. Öğleden sonra bir örme duvarda yan geçiş yapıp kolları şişirerek eve süzülüyoruz. Akşam rehberliğini yaptığım tüm grup adımıza verilen yemekte toplanıyor. Biz fondüleri mideye indirirken, onlar Matterhorn’a kışın çıkma isteğine saygıyla ama yinede delilik olarak baktıklarını söylemekten kendilerini alamıyorlar. Uzun süredir devam eden güzel havayı kaçırma düşüncesi bizi korkutuyor.
Pazar günü öğlen yola çıkıp, etrafı dağlarla çevrili Leman gölü kıyısını geçerek önce Wallis kantonuna, daha sonra bizi Zermatt’a çıkaracak vadiye giriyoruz. Yağan yağmur yükseldikçe kara dönüyor. Çok endişelenmiyoruz, çünkü çok gelişmiş olan meteoroloji yarın havanın açacağını söylemiş.. Nihayet Tasch kasabasına ulaştık. Zermatt on dakika kadar uzaklıkta ama araba girişi yasak.Ya trene, ya da sizi Zermatt’ın girişinde bırakacak minibüslere binmemiz gerekiyor. Zermatt’ta yalnızca küçük elektrikli araçların yol alması yasal. Doğa ve çevre olduğu gibi korunmaya çalışılmış. Kasabanın kalınabilecek en ucuz yerini seçtiğimizden doğal olarak merkezden uzağa ve dik bir yere doğru yükseliyoruz ve ter içinde Youth Hostel’e varıyoruz. Hurçların içindeki ağır yüklerimizi odaya, yemekleri de mideye yerleştirip bizi buraya getiren arkadaşlarımızla buluşmak üzere merkezdeki Marmot çeşmesinin yanına iniyoruz. Otele kaydımızı yapan genç delikanlı, Tunç’u İngiliz beni İtalyan zannetmiş. Kayıt kağıtlarının üzerinde yazan Türkiye yazısı üzerine, bizle bayağı alakadar oluyor. Hele hele kayakçı olmadığımızı ve Matterhorn’a çıkmaya geldiğimizi duyunca işin rengi değişiyor. Faaliyet boyunca ağzımıza sakız ettiğimiz lafı patlatıyor. ‘Kış mevsimindeyiz, biliyorsunuz değil mi?’ diyor! İki Türkün bu denemeye kalkışması bayağı ilgi çekiyor. ‘O dağa kışın çıkılmaz. Çıkamazsınız!’ Tunç’un Everest’e çıkmış olması, olayı delikanlı için biraz anlamlı kılmış olsa bile, rehberimiz olmadığını öğrendiğinde şaşkınlığı bir kat daha artıyor ve şans dilemekten başka yapacak hiç bir şeyi kalmıyor. Tüm seyahat boyunca bu sıkıntıyı yaşıyoruz! Gerçekten dağcılık ile ilgilenenler dışında buralarda kışın tırmanışlar yapılması insanlara anlamsız geliyor.
En önemli sorunumuzu halletmek üzere kasabanın otel ve mağaza dolu sokaklarını arşınlıyoruz. Sorun şu: memleketten çıkarken kulüp ip almam için bana para vermişti. İpin en ağir malzeme olduğunu düşündüğümüzden ve orada kesin buluruz rahatlığıyla gelmiştik İsviçre’ye. Ben daha önceki iki Zermatt seferini yazın yapmıştım ve bütün dükkanlar dağcılık malzemeleriyle doluydu. Sürpriz! Delikanlının dediği gibi kış mevsimindeyiz ve her yer kayakçı ve dolayısıyla kayak malzemeleriyle dolu. Sağda solda, köşelerde kalmış bir kaç ip buluyoruz ama katalogların iki katı fiyata.. Kaztüyü ceketlerinin sıcaklığına sığınarak elimiz boş hostele dönüyoruz.
Ertesi sabah Tunç’un yırtılan pantolonunun yerine yenisini almak ve ip bulmak üzere tüm kasabayı dolaşmak için uyandığımızda, camdan ilk defa Matterhorn’u görüyoruz. Kar altında ve yırtmak istercesine göğe yükseliyor. Çok ama çok heybetli ve yakışıklı.
Kasabanın ortasındaki kilisenin arkasındaki mezarlığa bir göz atıyoruz. Matterhorn’ da bugüne kadar yaklaşık 500 kişi ölmüş. Bir İngiliz’in granitten mezar taşı moralimi biraz bozuyor. Adam kuzey yüzünü çıkmış ve bizim deneyeceğimiz -klasik diye anılan- Hörnli sırtından inerken ölmüş. Mezar ziyaretini kısa kesmeniz iyi oluyor. Kasaba dar bir vadinin içine kurulmuş. Gözünüzün önüne Aladağlar’daki Sıyırma Boğazının Koca Döleğini getirin, oraya bir kasaba kurun ve düşünün ki etrafta görünen tek dağ Matterhorn.. Adeta aşağıda, vadide olan biten herşeyi gözleyen bir bekçi gibi dikilmiş önünüze. Allah buraya bu dağı vermiş ve onlarda bunu mükemmel değerlendirmişler. Belkide dünyanın en iyi pazarlanan, en çok fotoğrafı çekilen dağı. 99 yılında bu olay beni bayağı kıl etmişti. Alpler’in en yüksek ikinci dağına çıkmış, 13 tane 4000 metrelik dağın zirvesine ulaşmış olmamıza rağmen onlarla ilgili ne bir kart, ne bir t-shırt, ne de bir hediyelik eşya alamadan dönmüştük, çünkü herşey Matterhorn ile ilgili idi. 1865 yılında ilk kez çıkılmasıyla dağcılığın altın dönemini kapatan bu dağ adeta bir marka haline getirilmiş ve çatır çatır satılıyor.
Buraya gelmeden, bilgi almak için kötü şöhretleriyle ünlü Zermatt rehberlerinden biriyle internet üzerinden yazışmıştık. Öğleden sonra Pollux otelinin barında onunla buluşuyoruz, inanılmaz sevimli ve çok sağlam bir tip. Bruno Jelck 60 yaşında ve sekizbinlikler dahil yüzlerce tırmanışı var, ayrıca bu kantonun arama-kurtarma sorumlusu olan oldukça ünlü bir rehber. Üçümüz de dağcılıkla ilgilendiğinden bir anda sıcak bir ortam oluşuyor. İp sorunumuzu halledebileceğini, elinde Matterhorn ve diğer zirvelere yazın çıkışlarda kullandığı 45 metrelik bir ipin olduğunu, bunun da belki bizi idare edeceğini söylüyor. Çıkış rotası olarak Hörnli’yi seçmemize biraz şaşırıyor. Bizden on gün önce Bulgarlar dağın kuzey yüzünü çıkmışlar. Esas tırmanışı Hörnli kulübesi (3260 m.) ve sırtta adeta boşluğa asılı gibi duran küçük Solvay bivak kulübesi arasında yapacağımızı, sonrasında eğer bulabilirsek bazı sabit hatlar olduğunu, daha dik ve kayalık olduğundan çıkışın ikinci kulübeden sonra rahatlıyacağını söylüyor.
Sonuçta ipi bulmanın rahatlığıyla otele akıyoruz ve ertesi sabahın heyecanı içinde uykuya dalmaya çalışıyoruz.Sabah sekizde, Matterhorn yakınına giden telekabinin üst istasyonu olan Schwarzsee’ye (2583 m.) çıkmak üzere, telekabin kuyruğundaki yerimizi alıyoruz. Tüm kayakçıların gözleri üstümüzde, sıradaki tek dağcılar biziz! 15 dakikada 1650 metredenden 2583 metreye ulaşıyoruz. Koca çantalara bağlı çift buz aletleri ve Matterhorn’a bakarak sıktığımız yürüyüş sopalarıyla ilgi giderek artıyor. Biz dağ evine nasıl çıkılıyor acaba diye düşünürken Bruno, Zermatt’ın en pahalı otelinden aldığı bugünkü müşterisi olan çıtı pıtı bir bayanla yanımızda beliriyor! Oysa ki, biz onların bugün kiraladıkları helikopterle yüksek bir yerlere çıkıp kayarak aşağı ineceklerini sanıyorduk. Size helikopter kiralanması ilginç gelmesin, bayanın kaldığı otelin gecesi 450 euro!
Kayak pistinden yürüyerek önce Hirli istasyonuna, oradan da Matterhorn’un kuzeydoğu sırtının devamı olan kayalık sırtın başına ulaşıyoruz. Yazın dağa çıkmak için müşterilerin dağ evine rahatça ulaşmalarını sağlayan ve kayaya adeta çakılmış olan merdivenleri gördüğümüz yerde derin bir nefes alıp, derin kara giriyoruz. 15 dakika içinde ilk golü yedik. Merdivenlerin üstüne çığ düşüp doldurmuş ve geçmek imkansız.. Bunu hiç hesaba katmamıştık, tüm teknik malzemeler çantanın dibinde uykuda. Akan çığın üstüne çıkmak için Tunç 10 metrelik iğrenç bir etabı serbest geçiyor. Çantaları ve beni iple yukarı alıyor. Oldukça sert bir rüzgara karşı sırta çıkıyoruz. Sırtta, buraların yazın epey kalabalık olduğunu anlatan bir bank bizi dumurdan dumura sokuyor. Bankın üstünde Zermatt Belediyesi yazıyor ve tam dağı izleyecek konumda yerleştirilmiş. Kayalık bir sırtta, arada bir kayalara çakılmış dev boltlara sabitlenmiş ip parçaları görerek, sonunda Hörnli kulübesine ulaşıyoruz.
Hörnli dağevinin kış bölümü ufak ve çok soğuk bir bina. Alplerde dağ evleri genelde eylül ayının sonlarına doğru kapanıyor ve içinde acil durum için yakıt ve battaniyelerin bırakıldığı ufak bir bölüm tüm kış boyunca açık kalıyor. Rüzgarın tokadından sonra dağ evinin soğuğunu iliklerimizde hissedip tulumlara süzülüyoruz. Artık harbiden tırmanış başladı! Güneşin alabildiğince parladığı bir güne uyanıyoruz. Etraf dağ yığını, mükemmel üçgen Dent Blanche, sipsivri Zinalrothorn ve Obelgabelhorn kuzeyimizde; karşımızda daha önceden tanıştığımız devasa Liskamm, Breithorn ve DufourSpitze, hemen önümüzde Dome ve daha bir çok dörtbinlik zirve.Manzara süper de, bizim rota hala çok karışık!
Belki de buralara bu kadar rahatça ulaşmamızı sağlayan arkadaşımız Anne Bois D’Enghien, dağ evinin acil durumlar için kullanılan telefonun numarasını bulmuş ve oradan bize hava durumunu düzenli olarak bildiriyor.Perşembe günü için Alplerin ünlü sıcak foehn rüzgarıyla beraber kar yağışının haberini aldıktan sonra, tırmanışı cuma gününe ertelemeye karar veriyoruz.
Eldeki fotokopi çizimler hep yaz tırmanışı için, bu yüzden rota karşımızda hala tüm karışıklığıyla dimdik duruyor. İçimde bariz bir korku hissi mevcut. Bu güzel günü fırsat bilerek rotaya bir göz atmaya gidiyoruz. Dağ evinin hemen arkasındaki ince sırtı geçerek ilk kaya duvarını geçiyoruz. Hemen girişte 15 metrelik sabit hat ve kucağında İsa’yı taşıyan Meryem Ana heykeli bizi karşılıyor. O gün ilk boltları ve sikkeleri buluyoruz, yaklaşık yüz metre yükselip rotayı biraz anlayarak geri dönüyoruz.
Dışarıdaki havanın sıcaklığına inat, dağ evinin kış bölmesi buzdolabı gibi. Bol bol sıvı alıyoruz, işemek için dışarı çıkmak, pencereyi ve metal merdivenleri aşmak gerektiğinden bu işi yarıdann kestiğimiz bir pet şişeyle hallediyoruz. Isınmak için o kadar çok sıvı alıyoruz ki, her tuvalet seferinde kendimi adeta hastanede idrar tahlili yaptırmak için kabı dolduruyormuş gibi hissediyorum.
Dağevindeki defterde bu sene kışın Hörnli’den iki çıkış olduğunu, deneyen birçok ekibin ise derin kar ve hava durumunun kötülüğü yüzünden döndüğünü öğreniyoruz. Bulgarlar üç kişi 12 saatte kuzey duvarını çıkmışlar ve inanılmaz mutlu olmuşlar- satır sonuna’Yeah!Yeah! Matterhorn Nordwand!’ yazmışlar. O anki hissiyatları mükemmel olmalı. Alplerin en büyük problemlerinden birini çözmüşler, helal olsun. Umarım aynı yazıyı bizde bir gün yazarız diye düşünmeden edemiyorum. Bir kuzey tırmanışını da Avusturyalılar yapmış..
Bütün günü yiyerek, içerek ve gelip geçen helikopterlerin gürültüsü kulağımızda, etraftaki dağları izleyerek, kaçınılmaz ve çok keyifli geyik yaparak geçiyoruz. Akşam üzeri dağ evinin önündeki sırtta iki tip beliriyor. Çok ağır olduğu belli olan çantalarının altında ezilerek pencereden içeri tırmanıp, dağ evinin içine bitik halde yığılıyorlar. Biri Fransız diğeri Kanadalı olan dağcıları, Türk misafirperverliğinin gereğini yerine getirerek sıcak sıvıyla karşılıyoruz. Kısa bir tanışma sonrasında Kanadalının daha önce Türkiye’ye geldiğini ve raft rehberi olarak çalıştığını öğreniyoruz. Dünya o kadar küçük ki! Kanadalı Jim, bir çok arkadaşımızı yakından tanıyor. Elemanlar Chamonix’den gelmişler ve bisikletle Nepal’e gidiyorlar. Bu sene Everest’ in çıkılışının 50.yılı ve kalabalık bir Fransız ekiple orada buluşup tırmanışı deneyeceklermiş. Bisiklet ile geçtikleri tüm ülkelerde dağlara çıkmayı hedefliyorlarmış.Yığınla sponsorları var…
Perşembe gününü de doğu duvarının dibinde inanılmaz gürültülerle parçalanan serakları dinleyerek ve dinlenerek geçiriyoruz. Sabah iyi olan hava öğlene bozuyor ve fırtınayla beraber kar yağışı başlıyor, görüş zaman zaman sıfıra iniyor.Mübarek cuma günü erkenden tüm teçhizatı yüklenip ya bismillah diyoruz. Amacımız en azından Solvay bivak kulübesine ulaşıp, gerisine orada karar vermek. Ne kadar özendiysek bile yükümüz ağır!
İlk kaya duvarına kadar hızla ilerliyoruz ve tırmanmaya başlar başlamaz rahatlıyoruz. Rota hala bir muamma olsa da, artık içindeyiz ve bir şekilde gidecez. İlk ip boyunun sonunda, pahalı diyerek almadığımız yeni ipin yerine bulduğumuz emanet ip bize çok pahalı bir bedel ödetmeye başlıyor. Derin karda ıslanan ip anında şişiyor ve donuyor. Daha önce hiç başımıza gelmeyen bir sorunla karşı karşıyayız! Donan ipimiz çelik tel kadar sertleşip tüm dinamikliğini kaybediyor. Üçüncü ip boyunu bitirdiğimizde artık emniyet aletlerinin içine girmiyor.10,5 mm.lik ipimiz oluyor 13 mm.Yarım kazık düğümünden ip vermekten bile zorlandığımızdan, Ruslar gibi ipi sadece karabinden geçirmeye başlıyoruz. Herşeyin üstüne, artık bariz kaya tırmanıyoruz ve düşme lüksümüz sıfıra iniyor.
Ayaklarımızın altında uzanan 300-400 metre boşluğa inat, rota dışına çıktığımız yerde Tunç negatif bir pasajı lider geçiyor. Çoğu yer çürük ve biz hala doğru yolu bulup bulmadığımızdan emin değiliz. III ve IV+ zorlukta kaya giderken bilinmezlik ve ipin azizliği bizi zorluyor. Granite benzeyen bu kayada tırmanmak çok farklı, ne delik ne de alıştığım çıkıntılar yok. Sadece köşeler ve derin yarıklar.. Bir kaç yardımcı ipe rastlıyoruz. Ama iniş mi, çıkış mı? Ciddi bir duvar tırmanışındayız ve emniyet olanağı çok kısıtlı. Derin kardan kaçmak için kayaya vuruyoruz. Lider gittiğim beşinci ip boyunda kayaya geçirilmiş dev gibi bir halat buluyoruz. Oh be! Doğru yerdeyiz. Bu ne salak bir sabit hat, o kadar geniş ki elle tutulmuyor ve hiç bir karabini de içine sokmakta mümkün olmuyor.
İpimiz korkunç bir hal alıyor. Üstündeki buz ip verirken tüm eldivenimi ıslatıyor. Esen rüzgarla ellerim hissizleşiyor.. O sıralarda belki de bu dağa tırmanmanın en ağır bedelini ödüyoruz. Bir kaç gündür içindeki müşterilere Matterhorn zirveyi gösteren helikopter pilotları, yakaladıkları bulunmaz fırsatı değerlendiriyorlar. Müşterilerine bu dağa tırmanan dağcıları gösterebilmek için üstümüze alçalıyorlar. Haberi alan diğer helikopterler Eiger kuşları misali tepemizde beliriyor. Ortamda stres artıyor, birbirimize sesimizi duyuramıyoruz. Çok ama çok ağır küfürler sallıyorum helikopterlere. Çizimlerde anlatıldığı kulelere çıkarak ve yan geçerek ilerliyoruz.
Akan zamanla beraber biz de yükseliyoruz. Basit olduğunu düşündüğümüz bir kaç yerde ipi topluyoruz ki daha fazla ıslanmasın. Ora mı, bura mı derken artık zirve kafasına yaklaşıyoruz. Boşluk altımızda yüzlerce metre uzanmaya devam ediyor. Buz aletleri işini iyi görüyor, krampon ayağımızda kaçıncı ip boyundayız unutuyorum. Beklentimiz olan sert buzdan eser yok. Çatlakların arasında donan ince buza buz vidası yerleştirmek olacak iş değil. Tüm ekipman boynumuzda şakırdarken, ip boyları sevgili Doğan Palut’un deyimiyle, adeta sırtımızda şaklıyor. Beş ip boyunu ben gidiyorum ama bir tane malzeme atmaya vakıf olamıyorum. Kuleler ve duvarımsı yüzeyler tesbih taneleri gibi ipe dizilirken artık Solvay bivak kulübesine çok yakınız, elimi uzatsam yakalıycak gibiyim. Henüz ne birşey yedik ne de içtik.
Tunç koca bir bolt buluyor, hani fil bağlasan çeker. Üstte pis bir etap var ve sıramı savmak için öne geçiyorum. 30 metre serbest giderken ‘Allahım ne olur!Daralan çatlaklara bir takoz!’ diye inliyorum. Dev gibi kayaya ulaşmak üzereyken etrafına dolanmış perlon ve ana ipleri farkediyorum. ‘Olum Tunç doğru yoldayız. Burda bir dolu perlon var!’. Kaya bitiyor ve çok derin kara saplanıyorum. Kar kayacak diye ödüm patlıyor. Ağır ağır ilerleyerek taşa ulaşıyorum. Derin bir nefes. Etabı düşmeden bitirmenin o dayanılmaz hafifliğiyle, Tunç’u yanıma alıyorum. Artık önümüzde büyük bir kulvar uzanıyor. Mutluyuz çünkü teknik etabın bu günkü kısmı bitiyor. Tunç öne geçiyor. Bata çıka bir iniş perlonuna kadar ulaşıyor. Artık yan geçicez çünkü bu kısımdan sonra kuzey-doğu sırtından ilerlemek bir hayal. Tunç bel üzerine kadar batmaya başlıyor. Boylarımız arasında 15 santim fark olması, benim orada yüzmem anlamına geliyor! Eğer karı keserken çığla inerse bu ip kesin kopar ve bundan sonra hep kulvar geçicez.. Memlekettede tüm kış sezonu boyunca doğru dürüst bir tırmanış yapmamıza izin vermeyen derin kar ve tabaka çığ riski yine karşımızda.
Saat iki ve 3750 metre civarlarındayız. Önümüzdeki tek teknik etap Solvay kulübesinin altındaki Moseley Slab (bu etapta ölen Amerikalı bir dağcının ismiyle anılıyor) ve burası yirmi metrelik çok dik bir duvar, ama üzerinde sabit hat olduğunu biliyoruz. Çok zor bir an, karar anı. Kar, çığ riskini artırarak derinleşiyor. Solvay’ a ulaşamadan geceyi titreyerek, çok kötü şekilde geçirme riski de artıyor ya da bir çığla beraber yuvarlanıp kilisenin yanındaki mezarlıkta yerimizi alabiliriz. Dönmek zorundayız. Risk, dönme kararını almak için gerekli çizgiyi çoktan aştı. Bütün dağcıların, geceler boyu zihnini meşgul eden o bilindik sözlerle dile gelen tanıdık an: ’Olum Tafa, ilerisi artık çok riskli, burda ceset olmak muhtemel!’
Kabullenmek çok ama çok zor geliyor. Yılların hayalini derin kara gömerek inmeye başlıyoruz. Sevinecek çok şey var. Yıllar sonra dağcılık hayatımın bu noktaya gelmesi, bu muhteşem dağların arasında olmak, kışın yaptığım en teknik ve en zevkli tırmanışlardan birini yapmak, çok sevdiğim bir dostumla böylesine tırmanmak ve buna benzeyen bir sürü güzel şey. Üzülecek tek bir şey var; Matterhorn’un doruğuna tırmanamamış olmak… Teraziye koyduğumda hangisi ağır basıyor, hala karar verebilmiş değilim. Sadece zirvesine çıkmış olma isteği de değil bu. Bu tırmanışı tamamlamayı gerçekten tüm kalbimle arzulamıştım…
Çok kontrollü bir şekilde inişe başlıyoruz. İp, kısa olmasının yanında berbat durumda. Emniyet/iniş aletlerinin içine kesinlikle sokamadığımız ip, hafif olsun diye getirdiğim küçük kilitli karabinler ile yarım kazık atmamı da engelliyor. Gıcık oluyorum, gıcık! Hava kararmadan dağ evine varmamız gerekiyor. İnişte, kuzey yüzünde açtığı ve beş gün süren yeni rotadan inerken acaba Walter Bonatti’nin elleri buraları tutmuş mudur, dört kişinin can verdiği ilk çıkışın inişinde Whymper buraları inerken neler düşünmüştür diye geçiriyorum aklımdan.
11 ip boyunun sonunda tüm yardımcı ip ve sikkeleri rotaya bağışlamış olarak Meryem Anamızın ayaklarının dibine ulaşıyoruz. Sağ salim indiğimize dua edip, günün son ışıklarıyla dağ evinin çelik merdivenini çıkıyoruz. Oh be!
İçeride, bizim çocukların yanısıra aynı anda kuzey duvarına gelen bir Fransız, bir de Alman ekibiyle karşılaşıyoruz. İstediğim son şey buydu: kalabalık. Dağ evi ana dilimizden uzak bir dolu muhabbetle dolarken, 10 saat durmadan tırmanmanın verdiği yorgunlukla uykuya dalıyorum.Fransızlar gece dörtte taarruza geçiyor, salak Almanlar ise geç uyandıkları için Zermatt’a çoktan uzamışlar. Hornli sırtını deneyecek iki arkadaşımız, açtığımız izler için bize teşekkür ederken kulübümün ve Alpinistin bayrağıyla son kez fotoğrafları çekip aşağı yağlıyoruz. Zermatt belediyesinin biz sevgili dağcılar için yaptırdığı bankta uzun bir sigara molası veriyorum. Merdivenleri inerken ölüm tehlikesi atlattıktan yarım saat sonra, kayakçıların bön bön bakışları arasında Schwarzsee’deki kafede Matterhorn’a bakarak kahvelerimizi yudumluyoruz. Bu ne yaman çelişki anne! Yarım saat önce, aptal bir merdivenin boşalmış zincirinden düşüp ölüyordum, şimdi ise Aladağlar’a otobüs parası kadar pahalı bir kahve içiyorum.
Sanılanın aksine Alpler’de macera bitmiyor. Kışın gidin, ne bir rehber nede arkasında sıraya dizilmiş müşterileri görürsünüz..Aslında yazacak daha bir dolu şey var. Ama İsviçre’de geçirdiğimiz o güzelim günler sayfalar sürer herhalde.
Matterhorn mu? Başka bir bahara!
MUSTAFA KALAYCI
Bu yazı yorumlara kapalı.