11 Ağustos 2013

EVEREST (8850 m) Nepal- Himalaya 2001

everest from summit of lhotseeverest- lhotseeverest S-summiteverest-summit 2001ev87ev220ev170a2-everest nepalev176

EVEREST -SAGARMATHA  ‘TANRILARIN TAHTINA YOLCULUK’ 

 Everest Dağı’nın benim için çok ayrı bir yeri vardır: yeryüzündeki en yüksek dağ olması değil, benim çıktığım ilk 8000 metrelik dağ olmasıdır bunun sebebi, yani bir nevi ilk göz ağrısı diyebilirim.. Everest muhteşem bir dağ ve tırmanılması da her 8000 metrelik dağ kadar zor olmasına karşın, teknik ve lojistik açıdan en kolay 8000’liklerden biri olduğunu söyleyebilirim.  Everest’in ihtişamının yanısıra, Everest’in eteğinde yaşayan insanlar ve kültürleri de çok renklidir, bu dağın  altındaki Khumbu boğazının insanları olan Sherpa halkı ve onların kırsal kültürü ile tanışmanın bana çok şey kattığı muhakkaktır. Oraya gidince, Nepal’de yerel adı ‘Sagarmatha’ olan Everest’e neden ‘Dünyanın Ana Tanrıçası’ denildiğini açıkça anlayabiliyorsunuz. Budizm, dağlar ve soyut değerler Nepal Himalaya’sında öylesine  birarada yoğurulmuş.

Everest  dağcılar için çekici bir zirve. Nasıl ki, Türkiye’de  her dağcıyım diyene Ağrı dağına çıkıp çıkmadığı soruluyorsa (!),  genelde dünyada da aynısı Everest için geçerli, ki bu da ismin popülerliğini belirtiyor sadece. Yoksa Everest, en iyi ve en zorlu  dağcılığın yapıldığı  bir dağ değil kesinlikle.  Ama hemen her dağcının rüyalarında olan bir dağ ve  yüksekliği ile  insan fizyolojisinin sınırlarının çizildiği yeri ifade ediyor. Dünya coğrafyasında Everest ile kıyas kabul etmeyecek derecede zorlu ve tehlikeli, daha da büyük boyutlu  dağlar var, ama Everest’e tırmanmak bir dağcının yaşamında apayrı bir dönüm noktasıdır. Zaten 8000 metre yüksekliğinde bir dağa çıkmak, herhangi  bir dağcılık aktivitesinden o kadar farklı ki.

Batılılar için Everest  sık gidilen bir dağ fakat dağa giden insan sayısı artsa da, Everest  temelde aynı. Şiddetli fırtınaları, yükseklikten kaynaklı zorlukları, çığları, derin buzul çatlakları ve dikliği hiç değişmiyor. İstatistiklere göre, 2011 yılı dahil, kadar 5101 kişi zirveye ulaşmış ancak bu arada 216 kadar insan da hayatını kaybetmiş.  Katmandu’da yaşayan Himalaya tırmanış tarihçisi Bayan Elizabeth Hawley’e göre,  Everest’in ünlü Khumbu İcefall buzuluna giren her on kişiden biri geri dönememiş.

1985’lere kadar sadece seçkin tırmanıcıların gittiği bu yüce dağa, Nepal ve Çin hükümetinin  dağ turizminden para kazanma isteğinin sonucu olarak, artık her yıl giderek artan sayıda rehberli ve ticari  tırmanışlar düzenleniyor. Everest dağcılar arasında bir tür ‘sirk’  veya ‘turistik dağ’ olarak görülüyor ve modası geçmeye meyleden  milli prestij  kavramı Everest’te hala canlı. Everest’e tırmanış deneyen her milletten insan  bulmak olası; hiç dağı, dağcısı ve dağcılık kültürü olmayan ülkeler buna dahil! Kısacası, Everest Dağı’nın Ana Kampında çok tecrübeli rehberler ve inanılmaz lojistik destek  eşliğinde acemi dağcılardan oluşmuş ekipler bulmak artık sıradanlaştı. Çok zengin işadamları, ‘Yedi Zirveler’ adı verilen projeyi bitirmeyi amaçlayan amatörler, rekor kırmak isteyen hevesliler gibi insanların ‘yapılması zorunlular listesi’nde Everest Dağı tik atılacak en büyük hedeflerden birisi durumunda. Bu tür tırmanışlar için kişibaşı 70.000 dolara kadar çıkan harcamalar yapılıyor.  Rehberli ticari  çıkışlar sayesinde Everest’e 21 sefer çıkan Sherpa’lar var. Kısacası Everest, en uygun  tırmanış dönemi olan bahar zamanında sıradışı  kalabalık olabilen ve başka Himalaya 8000’liklerine benzemeyen  bir dağ..

Everest  Dağı, Asya’nın dağ ülkesi  Nepal’in  Çin ile olan kuzey sınırında yer alıyor ve başkent Katmandu’nun  kuş uçuşu yaklaşık 160 km kadar kuzeydoğusunda bulunuyor. Benim ilk seferde yaptığım  gibi,  bu dağa Nepal tarafından tırmanacaksanız eğer, Katmandu’dan dağa varabilmek için  hava araçlarıyla ulaşılabilen son yerleşim olan Lukla’ya, Everest bölgesinin Khumbu boğazının girişine gidiyorsunuz.  Buradan ‘Everest Ana Kamp Yürüyüşü’ olarak bilinen keyifli bir yürüyüşle, dağın 5350 metre yükseklikteki Ana Kampına varılıyor.  Khumbu boğazındaki bu  uzunca yürüyüş sırasında Sherpa kasabaları ve köylerinde kalınıyor ve ekibin durumuna göre, yürüyüş bir buçuk hafta kadar sürebiliyor.  Everest, Nepal tarafında önünü kapatan Nuptse ve Lhotse adlı komşu dağların yüksek sırt hatları arkasında gizlendiği için, Khumbu boğazından tam olarak gözükmüyor. Ancak dağa yaklaşım yürüyüşü sırasında bazı yerlerden sadece zirvesini görebiliyorsunuz ve aynı şekilde, Everest  güneydeki Ana Kampından da  gözükmüyor. Nepal ve Hindistan yönünden tam olarak görünmemesi nedeniyle olsa gerek, Everest ancak ondokuzuncu yüzyılın sonlarına doğru dünyanın en yüksek dağı olarak tanımlanabilmiş.

Everest dağı üç yüzeyli geniş bir piramide benziyor: Tibet’e bakan kuzey yüzü ve sırtı, yine Tibet’e bakan ve Kangshung yüzü olarak tanınan doğu yüzü ve Nepal tarafındaki güney ve güneybatı yüzü ile batı sırtı. Dağın çevresindeki üç ana  buzul ise kuzeydeki Rongbuk, doğudaki Kangshung ve güneydeki  Khumbu buzullarıdır. Everest dağı Himalaya dağ zinciri üzerinde etkileyici bir  kavşakta alıyor. Güneyinde 8516 metrelik yüksekliğiyle Lhotse dağı, çevresinde ise Pumori, Nuptse, Ama Dablam, Baruntse  gibi ünlü dağlar var. Everest’ten çok uzakta olmayan diğer 8000 metrelik  dağlar ise Makalu, Cho Oyu ve Shishapangma.

Everest dağının en çok çıkılan iki rotası var; Tibet’teki kuzey sırtı ile Nepal’deki güneybatı sırtı.  Kuzey sırtının  ilk tırmanışı 1960 yılında Çin Halk Cumhuriyeti dağcılarınca gerçekleştirilmiş. Bu rotada esas zorluklar, 8630 ve 8680 metrelerde sırtı kesen 1. Step ve 2. Step olarak bilinen kaya  etaplarını tırmanmaktadır ve Doğu Rongbuk buzulunu geçerek dağa varan rotanın geneli oldukça uzundur. Dağın Nepal’e bakan güneybatı sırtı rotasının  tarihi ilk tırmanışı Sir Edmund Hillary ve Sherpa Tenzing Norgay’dan oluşan İngiliz ekibince 1953 mayısında yapılmıştır. Everest’e güneyden  tırmanışın en  tehlikeli kısmı, Ana Kamp ile Khumbu buzulunun üstteki  kısmı arasında yer alan Khumbu İcefall’dır. Devinim halinde olan bu buzul labirenti, sürekli olarak buz çığı tehlikesi içerdiğinden dolayı dağcılar açısından riskli bir etap sayılıyor. Khumbu buzulunun geçilmesini  gerektiren güneybatı rotası da uzun, derin kar içerebilen bir tırmanıştır ve zirveden hemen önce neredeyse 8800 metredeki Hillary Step denen kayalık etap  rotadaki önemli bir engeldir.

Everest’in Nepal tarafından çıkışında, Ana Kamptan ötede normalde dört yüksek kamp kullanılıyor. 5350 metredeki Ana Kamptan çıkıp, Khumbu İcefall tırmanılınca 1. kamp olan 6100 metredeki kampa varılıyor. Buradan Western CWM (batı buzul çanağı) adlı yatık ve geniş buzul vadisi üzerinden Everest’in güneybatı yüzü altında, 6450 metrede yer alan 2. kampa ulaşılıyor. Bu kamptan çıkılarak doğuya, Lhotse dağına doğru  yürününce, ortalama eğimi 45 derece ve daha dik olan, 1400 metre yükseklikte bir buz yamacının tabanına varılıyor. Burası  Lhotse Yüzü olarak biliniyor ve tam bu yüzün ortasında, 7300-7500  metre arası yüksekliklerde 3. kamp kuruluyor. Buradaki kamptan hareketle, Everest ve Lhotse arasında bulunan ve belki de dünyanın en yüksek geçitlerinden birisi olan South Col yani Güney Geçidi’ne varılıyor. 4. kamp bu geçitte,  neredeyse 8000 metrede  kuruluyor.

Everest tırmanışına nasıl geldim? Küçüklüğümde doğaya ve arazide olmaya çok meraklı olsam da, o zamanlarda genel  olarak dağcılığa ve özel olarak Everest’e ilgim olduğunu söyleyemem. Hatta spora özel bir yeteneği de olmayan bir çocuktum. Everest Dağını kendimi bildim bileli karıştırdığım ansiklopedilerden hatırlarım; Sherpa Tenzing Norgay’ın elinde renkli bayraklar takılı buz kazmasını havaya kaldırdığı o  zafer anının fotoğrafını kim anımsamaz? Yıllar içinde,  kendimi ait hissettiğim bir spor ve yaşam tarzı olan  dağcılıkta yüksek ve teknik tırmanışlar yapıp, Türkiye Dağcılık Federasyonu’nun  adı konulmamış  yüksek  irtifa dağcılık  milli takımı dahilinde  7000 metrelik dağlara çıktıktan sonra, 8000 metrelik bir dağa tırmanmanın artık mümkün olabileceğini biliyordum ancak finansal açıdan bu benim için imkansızdı. Derken 2000 yılında Everest tırmanışını destekleyecek bir sponsor bulabilmek  gündeme geldi.  O tarihte Everest’e Türkiye’den sadece bir sefer  tırmanılmıştı. Ben ikinci tırmanışı yapmak  için gidiyordum ve Nepal tarafından, farklı bir rotadan tırmanacaktım. Bugün, yani 2011 yılı itibariyle Türkiye’den Everest’e tırmanan, ikisi benim tarafımdan olmak üzere toplam 14 kişi var, ama 2000’li yılların başında Türkiyede 7000 metrelik dağa  tırmanan bile  sadece iki elin parmaklarını aşmayacak sayıda insan vardı. Kısacası, o zaman  önümde ne olsa bilinmezliklerle dolu bir tırmanış vardı ve yolumu bulup  aydınlatarak, herşeyi kendim yaparak ilerlemek durumundaydım.

Everest tırmanışı için olan hazırlıklar ciddi bir çalışma gerektirdi. Bir tırmanış ekspedisyonuna üye olarak katılmak üzerinde durdum ve böylesi bir tırmanışı düzenlemeye çalışan Amerikalı Gary Guller ile irtibat kurdum. Gary tek kolunu bir tırmanış kazası sonucunda yitirmişti ve Everest’e bu şekilde tırmanmayı deneyecek ilk engelliydi. Ekibimiz ben dahil üç kişiden oluşmaktaydı ve üçüncü üyemiz olan İngiliz Mike  Trueman, Everest’e daha önce  tırmanmıştı; bu kez Gary’e tırmanışta yardım etmek amacıyla geliyordu. Ekipteki herkes dağcılıkta yeterince tecrübeliydi, herkes diğerlerinin tırmanış geçmişini bilip kabul ederek geliyordu. Böylece  2001 yılı mart ayının yarısında Everest için yola çıkacağım kesinleşmişti. 2001 kışında Türkiye’yi kasıp kavuran mali kriz bile gidişime balta vuramamıştı!

 

Nepal  hükümeti dağlarını  turizm kaynağı olarak gördüğü ve bu nedenle herşeyi  bürokrasiye, yani izin ve paraya  bağladığı için, Nepal’in Himalaya dağlarında tırmanışın en pahalı detayı  tırmanış iznidir. 5500 metre üzerindeki her dağ izne tabidir ve  kurallara göre, hükümetin verdiği ‘Liaison Officer’ denen iletişim memuru da ekibe katılmak, herşeyi denetlemek  zorundadır. Himalaya’nın bu kısmındaki her dağı yüksekliğine göre sınıflandırılmıştır: 6000 metrenin altındaki zirveler, teknik açıdan zorluk ayırt edilmeden trekking dağı, üzerindekiler de her bin metrede daha pahalanmak üzere ekspedisyon dağı olarak tanımlanmışlardır.  Ortalama bir  7000 metrelik dağa  yedi  kişi için 3000 dolar kadar ödenirken, bu rakam Everest dağı için kişibaşı 10000 dolara fırlıyor. Bunun üzerine iletişim memurunun, Sherpa’ların  ve  Ana Kamp yürüyüşünde taşıma işini  yapacak  hamalların giysi istihkakları, sigorta ve yevmiyeleri, kullanılacak yük hayvanlarının ücretleri,  çöp vergisi ve depozitosu, iki aylık yiyecek – içecek stokları,  dağda kullanılacak teknik malzeme, yiyecek, gaz  ve çadırlar, olası kurtarma için sigorta vb. eklenince Everest  şaşırtıcı derecede  pahalıya patlıyor. Tabii izni almak için Katmandu’da Turizm Bakanlığı ile yapılması gereken  bürokratik yazışmalar ve görüşmeler da cabası.. İlk Everest tırmanışımda öğrendim ki, tüm 7000 ve 8000 metrelik dağlar için bu kağıt işleri ile uğraşmak kaçınılmaz bir dertmiş…

2001 martının puslu bir öğleden sonrasında, tüm hayatımı geride bırakarak  ve hayatımda ilk sefer olmak üzere, Nepal’in başkenti Katmandu’ya inmiştim. Bu sefer benim için çok önemliydi; dünyanın en yüksek zirvesine tırmanmak için buradaydım! Heyecanım doruktaydı; nasıl bir yerdi bu Nepal? Okuduğum kitaplardaki gibi miydi acaba? Fakir, karışık ülkelerde tırmanışa gitmeye biraz olsun alışkındım, bakalım Nepal nasıl olacaktı? O gün, Nepal’e ve Himalayalar’a daha sonra çok defalar daha, her sefer aynı heyecanı yaşayarak geleceğimi bilemezdim..

Katmandu’da geçirdiğim zaman zarfında tırmanışa gideceğim, daha önceden internetten yazıştığım için bildiğim arkadaşlarımla fiilen tanıştım.  Ana Kampa kadar bize eşlik edecek üç yürüyüşçü arkadaşımız da ekibe Katmandu’da katıldılar. Katmandu’da kaldığımız süre içinde, iki ay sürecek tırmanış için tüm hazırlıkları yapmaya giriştik. İlaç setleri, yiyecekler, oksijen donanımları, eksik tırmanış malzemeleri.. herşeyi ama herşeyi, hiçbirşeyi gözden kaçırmadan halletmeye çalışıyorduk.  Akşamları da Katmandu’nun lokantalarında, gelecek aç kalınacağı garantili günlere hazırlık olarak bolca yiyorduk!

Katıldığım bu ekspedisyon rehbersiz bir tırmanıştı. Bunun diğer ticari, müşterileri olan rehberli ekspedisyonlardan farkı, katılan herkesin işi  görece biliyor olması ve ekspedisyon giderlerinin ortak paylaşılması, yani olabilecek en ucuz tırmanışın yapılması idi.. Böylece tırmanış görece ucuza  maloluyordu.  Ekibimizde bölgenin yerlisi, dağcılık bilgisi iyi olan güçlü bir Sherpa timimiz vardı ve onlar daha çok beraber tırmandığımız ve herbirinin ayrı görevleri olan partnerlerdi. Himalaya tarzı bir ekspedisyon genelde kalabalıktır, geniş bir görev  listesi vardır. Bizim Sherpa’larımızdan bir kısmı sadece belirli bir kampa dek tırmanacak ve orada belirlenmiş görevlerini devam ettireceklerdi; kimi malzeme taşıyacak, kimi aşçı olarak görev yapacak, kimi dik etaplara ip hattı döşemekte yardım edecek, en sonunda da, daha o andan bilmesem bile, ekipten Lhakpa Sherpa ile beraber Everest’in zirvesine tırmanacaktık.

Mart ayının sonuna doğru, emektar bir Rus kargo helikopterine ekipçe doluşmuş, Khumbu boğazına  doğru, ormanlık tepeler arasından ve üzerinden uçuyorduk, yüzlerce kilo malzememiz de helkopterin içinde bizimleydi.  Vardığımız 2800 metredeki Lukla kasabasında yürüyüşe başladık. On gün ve 65 kilometre kadar  süren yürüyüşte, taşıyıcılarımız ile beraber patikalardan ilerleyerek, şirin ve taş evli  Sherpa kasaba- köylerinde konakladık.  Bu yürüyüş, aynı zamanda 5000 metrelere uzanan yüksekliğe beden olarak uyum sağlamamızı, yani dağcılık dilinde ‘aklimatize olmamızı’ da sağlayacaktı. Himalaya’ların tam arasından geçerken  muazzam dağ manzaralarına şahit olduğumuz  yürüyüşün bittiği yer, tırmanışın başlayacağı 5350 metredeki Everest Ana Kampıydı. Ana Kamp Khumbu buzulu üzerinde, çıplak buz ve taşlık zemin üzerinde kurulu büyük bir çadır kentti. Dünyanın dört yanından yüzlerce dağcı ve onlarca ekip buraya gelmişlerdi; 2001 bahar döneminde Everest’in bu tarafından zirveye tırmanmayı deneyecek 20 kadar ekip ve 600 dağcı vardı.

Artık önümüzde iki ay sürecek tırmanış bulunmaktaydı. Uzun bir yükseğe alışma süreci sonrasında Western CWM  buzulunda  6100 metrede ilk kampımızı kurduk;  tırmanışta  rotanın en tehlikeli  etabı olan Khumbu İcefall’ın içinden tırmanmamız gerekiyordu. Khumbu İcefall, uyarmaksızın  her an devrilmeye hazır buz kuleleri nedeniyle oluşan büyük buz çığlarının yanısıra,  derin ve gözükmeyen buzul çatlakları içeren bir tür buzul çağlayanıdır. Coğrafyası devamlı surette değişen bu mavi buz cangılında dik buz etapları tırmanmak normaldi ve sayısız miktardaki derin buz yarıklarını aşmak için birbirine bağlanmış metal merdivenlerden tırmanarak geçmemiz gerekiyordu. Sonuçta  her yüksek kampı kurduktan sonra, yükseğe uyumu sağlamak üzere Ana Kampa indiğimizden dolayı, bu etabı çok sefer inip çıkmamız gerekti ve her geçtiğim zaman arazinin bariz şekilde değiştiğini görebiliyordum. ‘İcefall Doctors’ yani buzul doktorları olarak bilinen tecrübeli  bir Sherpa ekibi’nin tek görevi, İcefall rotasını her zaman tırmanılabilir ve iple döşeli halde tutmaktı. Tabii bu adamların yaptıkları tehlikeli iş nedeniyle alkolik olmaları şaşırtıcı değildi!

Everest, ayırt etmeksizin herkese haşin davranıyordu. Geceleri eksi 30, 40 dereceye varan buz gibi soğuk, hergün  kar yağışı, gündüzleri bazen 30 dereceye varan kavurucu sıcak ve şiddetli güneş ışınımı, devamlı olarak esen ve dağları kırıp geçiren, insanın içine işleyen yüksek irtifa  rüzgarı bu müthiş dağda yaşamın parçasıydı.. Yemek, içmek, uyumak gibi  normalde asla üzerinde düşünülmeyecek kadar sıradan işler bile  irtifada  son derece zahmetli hale gelirken,  insan hasta olmamak, sağlıklı kalmak için devamlı bir mücadele içine giriyordu bu yüksekliklerde. Tırmanış için gereken fiziksel çaba da ağırdı. Ağır çantalarla dik buzda ve derin karda  tırmanmak, saatlerce uğraşarak buzda çadır yerleri açmak mesela. İnsan, doğal olarak psikolojik açıdan  zorlanıyordu, kötü bir havanın  geçmesini  beklerkenki sıkıntı,  kampta aylar boyu  değişmeyen yüzler ve muhabbetler, amacın uzaklığı ve büyüklüğü  karşısında  ezilip yılmak, evini ve sevdiklerini özlemek, devamlı konforsuzluğun ve soğuğun, pisliğin verdiği bıkkınlık..  Ama herşeye karşın, neşemizi kaybetmeyerek nisan ayı biterken 6400 metredeki  2. kampımızı ve 7300 metrede, ‘Lhotse Yüzü’ olarak bilinen devasa buz yamacının ortasındaki 3. kampımızı kurmuş, gaz, yiyecek gibi gerekli  malzemeler ile  donatmıştık. 7500 metrelere ulaşan aşırı yüksekliklere fiziki uyum  için yukarı kamplara gidip geliyor, her seferde 15 -20 kiloyu bulan  yükler taşıyorduk ve yüksek kamplarda kalıyorduk. Teorik olarak artık zirve tırmanışına hazırdık.

Nepal’e mayıs ayı gelince havalar birdenbire yumuşadı ve bariz olarak yağışlı hale geldi; zirve tırmanışı için beklediğimiz günler bir türlü gelmek bilmiyordu. Yükseklerde hala Tibet’ten fırtına kuvvetinde esen  şiddetli rüzgar, aşağılarda ise hiç ara vermeyen  ıslak kar yağışı! Dengesiz hava sürdükçe ve mayıs ayı sonuna doğru  ilerledikçe herkeste  sinirler gerildi, bazı ekipler  bu sene zirve tırmanışı olamayacağına inanıp evlerine döndü. Ben ise sonuna kadar beklemeye ve herşeye karşın, en azından  zirveye çıkmayı denemeye kararlıydım. Bir Türk olarak buraya bir sefer daha denemeye  gelmek olasılığım çok azdı. Gary artık ümidini kesmiş ve Namche kasabasına inmişti,  Mike ise çoktan tırmanışı bitirip İngiltere’ye dönmüştü. Benim tırmanış partnerim ise, Ana Kampı paylaştığımız sempatik ve gürültücü bir  Amerikalı olan Paul Giorgio olmuştu. Sabırla, taşı bile çatlatacak koşullarda umudumuzu kesmeden bekliyorduk; Ana Kampta sohbetler tükenmeye yüz tutmuştu. Her gün yerde kalın bir katman bırakacak tarzda kar yağıyordu ve zirveye çıkış ümitleri her yağan kar dalgasıyla  giderek daha da azalıyordu…

Ümitle beklediğimiz iyi hava dönemi, Asya’ya has nemli muson yağışının Hint Okyanusundan bastırıp sert Tibet rüzgarını kuzeye itmesi ile  nihayet geldi. Artık Everest bölgesine daha güneşli, yüksek basınçlı bir hava hakimdi; nihayet güneş bize doğmuştu. Tırmanışı yapmayı umduğumuz  22 veya 23 mayıs için yüksek kamplara doğru hareket etmeye başladık. Everest’i  o ana dek uğultular ile esir eden şiddetli rüzgar, mucizevi tarzda bitmişti. 2. kampta yüksekliğe uyum için birkaç gün geçirdikten sonra, Sherpa dostlarımız Lhakpa, Nima ve Paul ile önce  Lhotse buz yüzündeki 3. kampa, sonra da Güney Geçidinde, 7989 metredeki 4. ve en yüksek kampımıza tırmandık. Kampta çadırımızın içinde oksijen maskelerimizi takarak dinlendik. Geçirdiğim son iki gün, bu gece başlayacak olan  uzun zirve tırmanışı ile beraber tam bir maratona dönecekti; oksijensiz, aç, yorgun ve uykusuz. Tüm bu sıkıcı, bezdirici bekleme günlerinden sonra hiç şikayetim yoktu. Doğrusu şansımıza inanamıyordum; koşullar mükemmeldi! Bu ıssız ve yüksek, 8000 metreye varan beldki çadırın içinden, karşımda gözüken sivri, kayalık ve mavi buzlu zirve çok yakındı. Gün, rüzgarın  uğultularıyla beraber kızıl renkte batarken yoğun bir hazırlanma içindeydik. Böylece 22 mayıs 2001 gecesi saat 21.00 gibi, tüm gece tırmanmak üzere yüksek kampımızı terkettik. Gece Everest’in güney sırtında kafa lambalarının soluk ışığında tırmanarak geçecekti, kayalıklar arasında uzanan karlı, buzlu kulvarlar içinden giderek yükseliyorduk. Başlangıçta kalabalık bir insan dizisiydik ama yükseldikçe ve gece ilerledikçe insan  sırası azaldı ve seyreldi. Sihirli  yükseklik 8000 metrenin üzerindeydim artık!  ‘The Balcony’ denen, 8500 metredeki bir kar omzuna şafaktan önceki zifiri karanlıkta vardık. Hepimiz oksijen tüpleri ve maskeleri kullanıyorduk. 23 mayıs sabahı, saat 04.00 gibi gün doğarken, 8700 metreden yüksekte, Everest’in zirvesine  yakındık. Zemin dikti, hava çok soğuktu.  O müthiş sabahı günlüğüme şöyle yazmışım:

Artık tüm dünya bozbulanık görülüyor, gece bitti bitecek. Himalaya dağlarının çok ötesinde, belki de yüz kilometre uzakta müthiş yüksek, gri kümülonimbüs bulutları kule gibi onbinlerce metreye yükseliyorlar, soluk dağ sabahında şimşekler hala çakıyor.. Sert bir rüzgar başladı, hem de hiç kesintisiz esiyor. Umarım hava bir anda bozmaz.

          Dikliğinden dolayı insana güven vermeyen ve altındaki Kangshung yüzüne anlatılması güç bir boşlukla düşen çürük sarı kayalıkların üzerinden sarsakça tırmanıyoruz. İp hattında  tek emniyetim olan cumarımı ilerletiyorum ama  pek ağırlık vermemeye çalışıyorum, çünkü hemen hepsi de yıllardır burada bu eski iplerin ve eminim ki çürükler. Kayaların sağında  derin karlı gözüken  geniş  kar alanı tam bir çığ alanı.. Çığ tehlikesi, çürük kayalar, şirret gibi esip insanı sarsan bir rüzgar, ne hoş bir sabah! Saat 04.30  gibi olmalı ki, gün artık tamamen doğdu ve kıpkızıl güneşin topu, Çin işgali altındaki Tibet yaylaları üzerinden bizi selamlıyor.

          Oksijen maskesi takmama karşın, tırmanışın yorucu olmaya başladığını hissediyorum. Her  adımda beş altı kez nefesleniyorum, boğazım oksijen maskesinden kaynaklı  kuru havadan dağlandığı için bazen deli gibi öksürüyorum, ne de olsa maske dışardaki soğuk  havayı tüpteki basınçlı oksijenle karıştırarak veriyor.. Yükseklik 8700 metre üzeri olmalı.. Keskin ve dik, sert karlı bir sırt üzerinden çıkıyorum, burada sabit hat ve emniyet  filan da yok. Güvenli gitmek için kazmamı  buza çekmiş kara her seferinde sertçe saplamak, kendimi emniyete almak zorunda kalıyorum, bu da çok çaba harcatıyor. Paul ve tanıyamadığım birkaç kişi -hoş, bu elbise ve maskelerle kim olsa tanıyamam ya-  arkamdalar, Nima ve Lhakpa 50 metre kadar üzerimdeler, gece birlikte başladığımız adamların yarısı bile yok ortalıkta. Solumda çok  aşağılarda, buzulun köpekbalığı solungaçlarını andıran ardarda  çatlaklarını görüyorum. Sağımda ise karlı, dev  bir yamaç Kangshung yüzüne göz alabildiğine, gözden kayboluncaya kadar  iniyor. Tibet tarafında kıvrım kıvrım, otoban gibi  buzullar uzanıyor.. Oksijensizlikten yavaşlamış beynimle  tam algılamadan bakıyorum bu manzaraya.

          Everest’in güney zirvesine az mesafe var artık, ardıma dönüp bakınca 8463 metrelik ’kara piramit’ Makalu dağını ve daha yakındaki Lhotse’nin kırıklı  sırtlarını seyrediyorum.. Aşağılardan ne kadar görkemli gözüken 7000 metrelik dağları buradan ayırdetmek bile zor oluyor..  Bu şekilde adım adım Everest’in güney zirvesine çıktım, irtifa 8790 metre. Buradan  Everest’in esas zirvesini artık görüyorum – çok yakınız!  Zirve bize göre 600 metre kadar kuzeyde, 100 metre kadar  yüksekte.. Adım gibi iyi bildiğim Hillary Step adını almış o ünlü kayalık  etap son derece yakın ve üzerinde hareket etmezmişçesine yavaş  tırmanan rengarenk giysili dağcılar var.. Çok yaklaştım artık, yapabileceğimizi biliyorum!

          Güney zirvesinde yeni oksijen tüpleri takıyoruz hepimiz,eski tüpleri bağlayarak, dönüşte almak üzere bıraktık.  Birkaç fotoğraf çektikten sonra hiç oyalanmadan Hillary Step’e giden sırtın çentiğine on metre kadar geri  tırmanarak iniyoruz. Burası keskin, karlı ve kayalı bir sırtı 150 metre kadar izliyor, sırtın Tibet’e bakan tarafları hep  rüzgardan yığılmış kar balkonlarıyla bezenmiş. 1996 felaketinde  müşterileriyle beraber ölen  Yeni Zelandalı rehber Rob Hall ‘un cenazesi, kitaplardan okuduğuma göre buralarda kar altında bir yerlerde olmalı, neyse ki bol ve buzlamış kar örtüsü ortamı kapatmış.. Bazen kısa etaplarda üzeri pürüzsüz kayadan, bazen de sert, üzeri krampon izleri ile hallaç pamuğu gibi atılmış olan kardan tırmanıyoruz. Burada tırmanış teknik açıdan dikkat istiyor, iş çok ciddileşti,  yorgunluk filan ikinci planda artık, belirgin güvenlik imkanı yok çünkü.. Azami dikkat: her hareket dengeli olmalı, kaymak yok, aptallık yapmamak gerek..

          İşte zirveden önceki son esaslı engel olan  Hillary Step’in dibine vardım. Önümde dört kişi, bu kayalık duvarda  çok yavaşça ve beceriksizce tırmanıyorlar. Burası 17 metre kadar yükseklikte ve temiz, dik, kara renkli  bir kayadan oluşan, sırtın üzerini tıkayan bir uçurum. Tırmanış zorluğundan çok boşluk hissi insanı tedirgin ediyor. Soldaki uçurumdan aşağısı neredeyse iki buçuk kilometre, sağdaki boşluk ise dört kilometre yükseklikteki doğu yani Kangshung yüzü.. Neyse ki, hiçbirşey üzerinde  fazla düşünecek kadar  oksijenli bir ortam yok!

          Önümdekiler tırmanınca sıra bana geldi; tırmanmaya giriştim. Ardımdaki beş kişi, Paul ve Nima seyrederken  ben de nefessiz kalarak, bazen de kayadan sarkan salkım saçak iplere tutunarak tırmandım. Kaya kendi başına pek zor değildi ama neredeyse 9000 metrede, kramponlarla ve sırt çantasıyla oraya buraya sıkışarak tırmanmaktı zor olan. Gri – siyah taştaki tutamak ve basamaklar belirgin değildi; elimdeki büyük eldivenler  bu işe yardımcı olmuyorlardı. Sonunda, Hillary Step’i  çok sıkıntı olmadan geçebildim. Kimbilir, o 29 mayıs 1953 gününde Sir Edmund Hillary ve Sherpa Tenzing Norgay burayı tırmanırken neler hissettiler? Bu kaya o  tarihe şahit..

Hillary Step’in alttan gözüken dik kısmını aştıktan  sonra karlı, görece kolay sırta varmak için kısa ve yana eğik bir kaya bacasını tırmanmak gerekiyor. Bu iki kaya bloğu arasındaki baca gibi dar boşluğu tırmanırken, salkım saçak  köhne sabit hat ipleri ayağıma dolanarak bela olmaya çalıştılar.. Fakat son engeli de aştım işte, okuduklarıma göre ’artık orada olmalıyım!’ Çok yakın, çok yakın.. Zihnin bu oksijensiz haldeki akışkan düşünceleri o kadar karmaşık, şiddetli ve değişken ki. Hayal  ve gerçeğin sınırı nerede?

          Zirveye önden ilk ulaşanlar iniyor artık, herkes birbirine boğuk seslerle, maskeler ardından şans diliyor ve tebrik ediyor. Tim Rippel’in arkadaşı Avusturalyalı Todd ile denk geldik. Yanımdan geçerken koca eldivenlerle  tokalaştık, tebrik ettim, bana  maske ardından boğuk bir sesle ‘20 dakikalık yolun var’ dedi.. Demek böyle! Eğim yattı, karlı bir sırttaki ufak hörgüçler arasından az irtifa kazanarak ilerliyorum; garip duygular içindeyim, başardığımı biliyorum ve adım adım, her adımın değerini bilerek gidiyorum. Bu arada Nepal tarafından bir an için  öyle güçlü bir rüzgar esiyor ki beni olduğum yerde sarsıyor, ince bir bulut zarif şekilde zirveden yoğunlaşarak doğuya geçiyor… Tanrıma yalvarıyorum, ne olur ben tepedeyken hava açık olsun. Garip şekilde isteğim anında kabul ediliyor ve rüzgar azalıp, bulut  buharlaşıp gidiyor! Her adımda zirveye yaklaşıyorum, sevinç, coşku, rahatlama ve yorgunluk hislerini kuvvetle birarada yaşıyorum. Mutluluktan gözyaşlarımı tutamıyorum.. Başardım!  Bu gereksiz, önlemenin mümkün olmadığı duygusallığın sonucunda gözlüğümün içi  incecik bir buğu ve buz tabakasıyla kaplandı, bir anlığına önümü göremediği için durmam gerekti. Benim için olağanüstü bir andı bu, zirvenin olduğu ufak sırt az ötemde, üzerinde insanlar var ve kara bağlanmış dua bayrakları dalgalanıyor!  İşte bitti….. yolun sonu burası, yükseklik 8850 metre yani 29.028 fit! Dünyanın en yüksek noktasına doğru her adımda ilerliyorum, buza çekmiş kar kramponlarımın çelik uçları altında gıcırdıyor. Hava tamamen açık, uzak ufuklarda ince bir pus var  fakat 360 derece manzara benim.. tüm Himalaya orada! İnanılmaz ama zirvedeyim. Ana Tanrıça beni huzuruna kabul etti ve ak saçlarına bastı!

          O an sesleri duymuyordum, garip bir boşlukta, adeta aptalca  çevremi seyrediyordum, yüzümü kapatan oksijen maskesi olmasaydı eminim ağzım açık kalırdı.. Bundan sonra belki başka yüksek dağlara da çıkacağım ama hiçbirinin bu kadar anlamlı olamayacağını düşünüyorum.. Kafamı zorlayarak gerçeğe dönüyorum hemen. 8850 metredeyiz, Lhakpa bana el sallıyor ve onunla sarılıyoruz. Çantamı çıkartıp kara bıraktım, oksijen sistemini de onunla beraber tabii. Kullanamayacağım için regülatörden oksijen akışını  kapattım ve hemen zirvede yapacağım işlere yöneldim.. İlk iş olarak dijital video kameramla çekime giriştim ama donmaması için tüm gece kaztüyü giysimin göğüs cebinde tutmama rağmen ağır işliyordu, hatta bir süre sonra da tamamen işlemez hale geliverdi.  Ne yapalım, sıra mekanik Nikon’umda ama o bile çok üşümüş, diaframı donuk! Sadece manuel olarak fotoğraf çekebiliyorum, sonradan anladım ki pozlamalar yeterince iyi değilmiş. Makineyi değiştik, bana fotoğraf çekiyor Lhakpa, o keşmekeşte bir de makineyi tutmasını ve çekmesini yarım yamalak anlatmam gerekti ona. Zirveye bırakmak üzere Türkiye ve Ana Kamptaki dostlarımdan getirdiğim ufak tefek eşyaları ve eşimle benim fotolarımı, kazmamın kaşığıyla sert karda ufak bir çukur açarak içine koydum ve karla kapattım.. Son olarak da, cebimdeki renkli kağıttan dua bayraklarını şiddetle esen rüzgara savurdum ve Makalu Dağı’na doğru yüzlerce renkli kelebek misali uçuşlarını bir an için seyrettim; umarım rastladıkları herkese şans getirirler.                        

Çok uzaklarda, doğu ufukta hayal meyal gözüken devasa dağ kütlesi dünyanın en yüksek üçüncü dağı olan Kangchenjunga olsa gerek, Makalu ve Lhotse ‘yi oldukça net görebiliyorum, batıda üstü küt şekilli Cho Oyu dağı ve daha da uzakta Shishapangma dağının beyaz sivrisi.. ve adını sanını bilmediğim bir dağlar ve buzullar deryasına bakıyorum.  Nepal’in karlı dağları ve Tibet’in uçsuz bucaksız boz-kahverengi platoları, aşağılardaki Rongbuk ve Kangshung buzullarının yılanlar gibi kıvrılan şekilleri.. Zirvede görmeyi umduğum, bir zaman Çinlilerin diktiği tipik  metal zirve üçayağının şekilsiz mezbeleliği yok, ya kar altında kaldı ya da şiddetli iklim koşulları yüzünden parçalanıp gitti herhalde. Onun yerine birkaç yere bağlanmış rengarenk dua bayrakları var, rüzgarda gerilmiş şakırdıyorlar.. Saat 09.15, demek ki tırmanışımız yaklaşık olarak 11½  saat sürdü.

          Zirveye Nasuh’un 1995 yılında tırmandığı Tibet – kuzey sırtı rotasından da dağcıların vardığını gördüm. Toplam 10-12 kişi filan varız tepede, herkes kendince harıl harıl birşeylerle uğraşmakla meşgul.. Paul ve Nima da bizim ardımızdan  vardılar tepeye, kucaklaşıyoruz. Kuzeyden gelenlerle karşılıklı birkaç laf edip selamlaştık. Paul  Amerikan bayrağını dalgalandırıyor ve zirvedeki ölçüm işine başlıyor; birbirine eklediği buz vidasına benzer bir sonda ile karı deliyor.. Bu sıradışı anların  tadını şiddetle çıkartsam da, artık 45 dakikadır oksijene bağlı değildim ve vücudumda hipoksi –oksijensizlik- etkisini gösteriyordu sanki. Hafif yorgunluk, hareketlerde sersemlik,  kafada düşünme ve odaklanma zorluğu.. Çantama kaldırdığım maskeyi çıkartıp yüzüme geçirdim, regülatör valfını dakikada dört litreye getirdim ve bir kaç dakika bu zengin karışımı soludum, sonra da dakikada iki litre olan normal akışta bırakıp çantamı sırtlandım. Artık inme vakti, hem her yerden bulutlar  hızla peydahlandılar. Lhakpa ile işaretleşerek  zirveyi terketmeye giriştik.. Hillary Step’te inen ve çıkanların yarattığı bir insan darboğazı filan varsa, sıkışıklık olduğu takdirde buralarda çok beklemek sonucunda başımız derde girebilir..  Dağcılar arasında ölüm bölgesi denilen bu 9000 metreye yakın yerden dönemeyip ebediyen tanrıların tahtına oturan o kadar çok dağcı var ki. Onların sıralarına katılmak işime gelmiyor, hele ki bu anda!

          Rüzgar  sabahtan beri Nepal’den eserken, şimdi tam tersine Tibet’ten esiyor ve çok şiddetlendi. Bulutlar dört yandan şahlanıyor, rüzgar ile karlar savruluyor –  fırtına! Lhakpa ile acele tarafından zirveyi terkettiğimiz sırada gözüme oradaki ufak bir taşlık alan ilişiyor; durup bir avuç gri çakılı cebime ve çantamın kafa gözüne dolduruyorum. Yola devam, kar sırtından inişle Hillary Step’in tepesine kısa sürede varıyoruz.. Hillary Step’te önümüzden inen üç kişi var ve yükseklik dolayısıyla son derece yavaş ilerliyorlar. Sıra bana gelince salkım saçak ipleri kucaklayarak bu boşluklu etabı indim. Toplam yirmi dakika içinde, artık  güney zirvesine geri çıkmıştık. Hillary Step’ten oraya olan mesafe oldukça kısa olmasına rağmen yavaşladık artık, yükseklik etkisini gösteriyor,  köpekler gibi  derin derin nefeslenip, arada çok sıkı öksürüyorum.. Güney zirvesine dik  tırmanılan yaklaşık on metrelik dik kar-buz eğimi  bizi adeta gebertiyor, astımlılar gibi durup durup, kazmanın üzerine kapaklanarak, alnımızı dayayarak  soluyoruz. Bu yükseklikte hasbelkader  zorunlu bir gece filan geçiren dağcının nasıl biteceğini,  yorgunluktan öleceğini anlayabiliyorum.. Bu yüksek dağın pençesinden kurtulmak için sürekli olarak acele etmek zorunluluğunu hissediyorum ve oksijene rağmen ağır, hiçbirşeye benzemeyen bir yorgunluk bastırdı.  O kadar zorlukla, uğraşarak tırmandığımız yerleri yine zorlukla, uğraşarak iniyoruz, hızlı olmak olanaksız.. Son bir çabayla güney zirvesinden aşınca, artık her adımda irtifa kaybediyorum.. Ama çok dikkatli olmam gerek, Everest’in doruğuna çıkmış olmak sağ inmenin garantisini vermiyor, kampa dek önümde uzun ve yorucu  bir etap var,  burada asla gardını indirme Tunç..

Neyse ki alçaldıkça  bariz olarak daha  dinlenmiş hissetmeye başladım. Hava ayaz ve sisli ama buna karşın  sis içinden süzülen güneş yüzümün açıkta kalan yerlerini haşlıyor. Güney zirvesinin altındaki dik  kar ve kaya etaplarını inerken sıkı bir tipi başladı, tam solumdan şiddetle, neredeyse yere paralel  esiyor. Güney zirvesinde hızla bir bulut başlığı oluştu, hava her an giderek sertleşiyor, korktuğum gibi. Bu saatte bile aşağıdan yavaşça, adım adım gelenler var,  şaşırtıcı! Bu geç saatte zirveye gidince fırtına, tipi ve kötü havaya yakalanma olasılığı çok yüksek.  Zira bugün içinde, ne yazık ki dört kişi daha Everest’in ölüm listesine adını yazdırmış. Buna Hillary Step’te asıldığı sabit hat ipi kopunca Kangshung Yüzü’ne düşen İspanyol dağcı dahil..

          Dik etapları  bazen ipleri yoklayıp, kayaya çakılı sikkeleri denedikten sonra iple iniyorum  veya yüzümü kayaya verip geri geri, dikkatlice tırmanıyorum.. Böylece sırtın karlı olan, görece kolay  kısmına varabildim. Ortalıkta kimse yok, Lhakpa da  görünürde değil. Sabit hatlar  sağlam sayılır burada, buza saplı sağlam kar kazıkları ve buz vidalarına bağlı yeni ipler var. Ben de, yuvarlanıp düşme tehlikesi az olan bu geniş sırttaki ipler boyunca kıç üstü oturarak kaydım, tabii kazmam elimde ve her zaman sabit hat ipine karabinayla bağlı olarak.. Bazı dik ve buzlu  yerleri  ayakta geçip, uygun olunca  kara oturarak kayıyorum, bu şekilde hızla irtifa kaybediyorum.. Buna rağmen,  olanca azametleriyle karşımda dikilen Lhotse ve Makalu’dan hala yüksekteyim; durup durup  onları seyrettiğimi anımsıyorum! Az sonra, ’The Balcony’ denilen ve gecenin bir köründe tüp değiştirdiğimiz kar omzuna vardım. İşte kara sapladığım çeyrek dolu  turuncu tübüm orada.. Onun yanısıra kara oturdum, hiç kalkmak istemedi canım, yatsam derin uyurum, öyle bir yorgunluk var.. Bunun yüksekliğin yanısıra, artık iki günden fazla olan uykusuzluktan dolayı olduğunu biliyorum.

          Neyse, binbir çabayla bitmek üzere olan tübümü sırt çantamdan çıkarttım, çeyrek dolu olan eski tüple değiştirdim ve boş tübü de çantaya attım. Maskeyi takmadan önce, biraz portakallı meyve suyu, daha doğrusu geceden kalanını içtim – pek tatsızdı, buz kristalleri yüzüyordu içinde. Böylece kampa inen son 600 metre olan karlı kulvara girdim. Burası Tibet’ten esen rüzgara karşı nisbeten korunaklıydı ve bu yüzden ısı birdenbire arttı.. Önümde beni az önce geçen bir Sherpa ve yukarımda, uzaktaki iki kişi haricinde hiç kimseler yok. Her zamanki gibi yalnızım ama keyfim yerinde! Acelem de yok, ne güzel bir durum, keyifle, yavaş yavaş inebilirim..

          Aşağımdaki Güney Geçidi’ne yaklaşıp, uzakta iğne başı gibi küçük gözüken çadırlar büyürken, gece karanlıkta tırmandığımız sabit hatın beş metre ötesinde dağa ait olmayan bir şey gördüm. Yaklaştım ki, eski bir ceset. Yüzüstü yatıyor, başı gövdesine dik açıyla kırılmış ve biçimsizleşmiş, tek kolu yok, paçavraya dönmüş kat kat sentetik elbiselerinin renkleriyse şiddetli güneş ışınımından solup beyazlamış.. Üzerinde eski tür emniyet kemeri kalıntılarıyla, ayağında 1980’lerin mavi renkli Koflach plastik botları ile tek botunun tabanında Salewa krampon var.. Dağın kurbanlarından birisi – batılı mı, Sherpa mı acaba?

          Sabit hatlar boyunca daha da hızlı alçalıyorum artık, buzulun 8100 metrelerde Güney Geçidine açılıp yatıkça bir alan haline geldiği yere varınca dönüp  Everest’i seyrettim. Açığa çıktığım için rüzgar burada çok haşin, neredeyse onun yüzünden adımlarım birbirine dolaşacak! Dağ yine o beyaz şalını takmış omzuna, zirve civarları boz bulanık bulutlu. Umarım yukardakiler sorun yaşamıyorlardır.

          Hala yorgunum ama yukarıdaki bitmişlik hissi tamamen gitti. Kampa az kaldı artık ama burada buzul çatlağı var mı acaba? Öyle olduğunu düşündüğüm bazı yerleri dikkatle geçerek, elimde kazmam, sakin adımlarla çadırımıza doğru gidiyorum.. Oh be, en sonunda biraz dinlenme!

Böylece Ana Tanrıça’nın kutsal zirvesine çıkmıştım. Öksürükten kırılıyordum, yedi kilo kaybetmiştim, zayıflıktan kaburgalarım çıkmıştı, saçlarım  fena uzamış, yüzüm tanınmaz şekilde yanmıştı  ama muzaffer bir komutan edasıyla yurda dönüyordum. Dönüş, dostum Gary’nin de dediği gibi, inanılmaz hızlı olmuştu. 8000 metrelerde tırmanış maceramın ilk ve en önemli adımı bu şekilde atılmıştı – artık ben istemesem de olaylar farklı gelişecekti. Hiçbirşey aynı olmayacaktı, ben de belki eski Tunç değildim, Nepal bile eski Nepal olamayacaktı artık, zira ben evime döndükten sonraki gün, kraliyet ailesi katliamı olacak ve ülke uzun sürecek bir kaos ortamına sürüklenecekti..

Altı yıl sonra, Ana Tanrıça’ya, bu sefer  ‘Chomolungma’ olarak tanındığı Tibet’teki  kuzey sırtından, ikinci sefer tırmanacağımı o zaman söyleseler sanırım  inanmazdım.                                                          

Bu yazı yorumlara kapalı.