13 Şubat 2008

KHAN TENGRİ (7010 m.) TİEN SHAN- KIRGIZİSTAN 1996

khan tengri havadankhantengri-96 (77)1-khantengri

khantengri-96 (72)khantengri-96 (43)khantengri-96 (101)

KHAN TENGRİ – ‘TİEN SHAN’IN BÜYÜK TANRISI’ 

 1993 yılında, Türkiye Dağcılık Federasyonu’nun yüksek irtifa takımı dahilinde, dört kişilik bir Türk ekibinin parçası olarak, ilk yüksek  tırmanışım olan Kırgızistan’ın Pamir dağlarındaki  7134 metrelik Peak Lenin’e gitmiştim. Bu tırmanış gezisi tam anlamıyla bir fiyasko idi; organizasyon bozuklukları, hazırlık eksikliği, ekibin bütünsüzlüğü ve bu tür büyük bir dağı genelde ilk kez tanımanın sıkıntıları nedeniyle 6800 metrelerden, zirveye ulaşamayarak eli boş dönmüştüm. Bu tırmanışta öğrendiğim en değerli bilgi ise, bedenimin yüksekte ciddi bir sorun yaşamadan çalıştığı olmuştu. Sonraki ilk yüksek dağ tırmanışım 1996 yılının yazında gerçekleşti; o zamana kadar gördüğüm en görkemli dağ olan 7010 metrelik  Khan Tengri’ye! Teknik tırmanışla çıkılabilen bu muhteşem dağ, Himalaya – Karakurum zincirinin oldukça kuzeyindeki Tien Shan (Tanrı) dağlarında,  Kırgızistan- Kazakistan sınırında yeralmaktadır. Kırgızlarca 7010, Kazaklarca 6995 metre olarak kayıtlara geçmiş olan Khan Tengri, pembe granit ve mavi buzdan oluşan dört köşe keşilmiş bir piramittir ve günbatımındaki kızıl renginden dolayı ‘Kan Dağı’ olarak bilinmesinin yanısıra, Kazak ve Kırgızlarca Türkçe olarak ‘Han Tanrı’ yani büyük tanrı olarak isimlendirilmiştir. Khan Tengri, en kuzeydeki 7000 metrelik dağ olmasından kaynaklanan  kötü havasıyla ünlü, çok soğuk ve fırtınalı olabilen bir doruktur.

O yıllarda bu tür bir tırmanışa gitmek büyük sorundu, hepimiz parasal yönden zaten olanaksızlıklar içindeydik; malzeme çok eksikti ve memlekette yüksek dağcılık konusunda bilgili insan yoktu. Biz de, Türkiye Dağcılık Federasyonu’nun kısıtlı imkanlarına şükran duyarak, o zamanın yüksek irtifa takımı olarak Türkiye’yi temsilen bu tırmanışa gidecektik. Böylesi zor ve teknik bir 7000 metrelik dağa tırmanmak, sözkonusu dönemde bizim için Everest’e çıkmakla eşdeğerdi ve dağcılığımızda pek rastlanmayan bir başarıydı. Ekibimiz Kürşat Avcı, Engin Külahoğlu, Burçak Özoğlu, Serhan Poçan, Yılmaz Sevgül, Uğur Uluocak, Gülay Ünal ve benden oluşuyordu.

Böylece,  Türk Hava Yolları’nın bir Airbus A320 uçağı ile Kırgızistan’ın başkenti Bişkek’e uçtuk.  Kısa bir süre öncesine kadar Sovyetler Birliği denen devasa imparatorluğun, demir perdenin gerisinde kalmış olan bu topraklarda, ülkemizden çok farklı bir coğrafyada  tırmanacak olmak sıradışı bir duyguydu. Çevresi dağlarla çevrili bir vaha olan Bişkek’ten çıkıp, denizi andıran koca Issık Kul gölünün kıyısından geçerek Karakol kasabasına vardık. Nihayetinde 5000 metrelik ıssız dağların arasında Çin sınırına yakın bir dağ üssü olan Maydadir’de kısa bir beklemeyi takiben 4200 metrede, Güney İnelçek buzulunun  kıyısında yeralan  Ana Kampa külüstür bir Rus Mil- 17 helikopteriyle uçtuk. 35 dakika kadar süren sarsıntılı uçuşta, önce dev İnelçek buzulunun iki kolunun birleştiği yerdeki Merzbacher buzul gölü üzerinden geçtik, sonra ise  Himalaya dağlarıyla benzer boyut ve şekillerdeki 6000-6500 metrelik zirveler arasından tabandaki buzula giderek yaklaşarak, Ana Kampın ufak helikopter pistine, daha doğrusu daracık, çakıllı bir düzlüğe iniverdik. 2000 metreden birdenbire 4200 metreye! Neyse ki hepimiz yeterince yükseğe uyumluyduk. Saunası, kamp müdürü ve gelişte ikram edilen votkası dahil, tipik bir Sovyet kampı olan Ana Kampımız derme çatma tahta barakalardan oluşmuştu. İlk günlerde kampın kurulmasında çalışarak Ruslara yardım ettik, çünkü barakalar kışın toplanıp depolanıyor, tırmanış mevsimi olan yaz gelince de tekrar monte ediliyorlardı.. Ana Kampta, Ruslar ve bizim ekip haricinde bir Fransız ekibi, birkaç Amerikalı, birkaç İspanyol ve iki Alman vardı. Yükseğe uyum sağlamak için acele etmeyerek kampın ardındaki 6000 metrelik dağların eteklerinde basit  tırmanışlar, yürüyüşler yaptık. Ekibimizin birbirine uyumlu olmayan, farklı görüşlerden gelen kişilerden oluşmasına karşın, yine de herşey olabildiğince yolunda gidiyordu ve ekip içi çatışmalar pek yaşanmıyordu. Zira yükseklikte kalabalık ekiple yapılan çıkışlarda  insanların gerçek karakterleri ortaya çıkar ve büyük çatışmalar yaşanır, bu nedenle birçok ekip dağılmış veya kavga etmiştir..

Günler geçtikçe biz de artık tırmanışa giriştik ve ilk seferde, Güney İnelçek buzulunun kıyısından  ilerleyerek 4300 metrede, dağın eteğindeki Shubin’s Stop denilen kampa vardık. Çatlaklarla dolu, dik buz etapları tırmanılmasını gerektiren Semenovsky buzulunda, 5400 metrelerde 2. kampımızı kurduk. Yükseğe uyumun son etabı olarak 5850 metredeki Khan Tengri – Chapayeva belinde kar mağaralarında yatarak 6200 metrelere tırmandık ve dinlenmek üzere Ana Kampa geri indik. Yükseğe uyum programımız bitmişti; her şey iyi ilerliyordu ve hepimiz dinç  hissediyorduk ancak yaklaşan zirve tırmanışı hepimizde belli belirsiz bir  gerilim yaratıyordu. Başarabilecek miydik? Sonunda, 1 ağustos 1996 günü zirveye gitmek üzere, 5850 metredeki kar mağaramızdan hareket ettik. Günlüğümde zirve tırmanışımızı şöyle yazmışım:

Günün erken saatleri 5850 metrede yığılı kapkara bulutlar arasında başladı. Canımız sıkkındı çünkü havanın açık olmasını ve çıkışa başlamayı arzu ediyorduk ama hava izin vermezse bu olanaksızdı. Azalan yakıt ve yiyecek nedeniyle aşağı inip yeniden geri gelmeyi hiç istemiyorduk. Kürşat, Gülay, ben ve Uğur geniş The North Face çadırda geceyi geçirmiştik; Engin, Serhan, Burçak ve Yılmaz da çadır ağzının yanıbaşında önceki gün kazdığımız  kar mağarasında uyumuşlardı. Gün doğmadan önce tırmanışı deneyen iki Fransız dağcı kötü havadan dolayı vazgeçip dönmüşlerdi.  Kararsız kaldık, hava tırmanış için ümit vermez tarzda gri ve  kapalıydı. Şimdi ne yapmalıyız? İnsan bu soruyu yüksekte kendine ve partnerlerine  ne çok soruyor yarabbi!

 Aniden  havada ilginç bir değişim yaşandı ve bulutlar dağıldı; mavi gök ve dağlar parıl parıl açıldı! Karşımızda 7439 metrelik Pobeda zirvesinin  uzun, buzlu kütlesi gözüküyor, günün ilk ışıkları Khan Tengri’nin ardından süzülerek geliyor.. Açılan hava ile gaza geldik, zaten gün doğmadan önce  tırmanışa hazırdık, çantaları sırtlanıp kramponları taktık ve ikişerli kümeler halinde tırmanışa başladık. Khan Tengri’nin kuzeyini güneyinden ayıran kayalık sırt öncelikle mülayimce başlıyor, kayalar arasındaki setlerden, taşlık yamaçllardan kolaylıkla tırmanılıyor. Yukarılarda ise rotanın gitgide zorlaşıp dikleştiği görülüyor. 6100 metrelerde Gülay geri dönmek kararı aldı, kaldık yedi kişi. Rotada eskiden kalma sabit hat ipleri var ama Rus rehberlerin çabası sonucu bazı yeni ipler de  sabitlenmiş. Rotanın ilk kısmında  ipleri kullanmaya gerek duymadık ve tırmanış boyunca iplere çok güvenip asılmadık, ama iniş farklı bir hikaye.. Sırtın üzerinde kısa etaplarda dik kayadan tırmanıyoruz, ama genelde büyük bir zorluk yok. Günlerdir batak karda ağır çantalarla tırmandıktan sonra, kaya üzerinde dört uzuvla tırmanmak  rahatlatıcı oluyor, bu sayede hareketimiz oldukça hızlanıyor.

Manzaramız giderek açılıyor, böyle bir sabahtan böyle bir günün çıkması ne kadar tezat.. Hava umulmadık derecede ılık çünkü rüzgar yok. Ekibin külli kısmı 6300 metre civarında  birleşti ve birarada  gidiyoruz. Bir gariplik hissediyorum; beş parmaklı eldivenler içinde ellerim üşümezken, plastik  ayakkabılar içindeki ayaklarım neden üşüyor? Bu durum hoşuma gitmedi, ilk fırsatta ilgilenmem gerek ama zemin çok dik, durmaya veya oturmaya müsait değil.. 6400 metrede bir kaya duvarının ortasındaki dar, buzlanmış zeminli bir sette, ancak iki çadırın dipdibe sığabileceği ufak bir kamp yerine geliyoruz; burası tam bir ‘kartal yuvası’. İki çadır kayalardaki sikkelere bağlanmış, duvarlarda ise ölenlerin anısına kiril alfabesiyle yazılar olan metal plaketler çakmışlar.. Alman dostumuz Wolfgang hasta olduğu için, rehber Misha ve arkadaşı Rolf gibi zirveye gidememiş; onları çadırda bekliyordu ve bizi içeri buyur edip biraz çay verdi. Fırsattan istifade, plastik botlarımın içinden tabanlığı ve fazladan giydiğim bir çift çorabı çıkarttım; botun iç hacmini arttırarak kan dolaşımını rahatlattım.. Üşüme sorunu anında bitti, tırmanışın geri kalanında da ayaklarım fırın gibi devam ettiler. Üşümenin nedeni, muhtemelen botun  yalıtımıdaki kapalı hücreli süngerin irtifadan dolayı genleşip ayaklarımı sıkmasıydı.

 Sorunu çözdüğüme çok mutlu olarak, acele tarafından 6400 kampını terkettik ve dik, çürük taşlı, kızıl renk bir duvarı tırmanarak yükselmeye başladık. Rota bariz dikleşti ve boşluk hissi arttı. Hava şansımıza hala durgun ama aşağılarda hafif bir bulutlanma  başladı, normal öğlen kümülüs bulutu  yapılanması.. Her fırsatta boynuma asılı mekanik Nikon FM2’min deklanşörüne  basarak dia çekiyorum, manzara çok güzel. 6600 metrelere doğru hipoksi –oksijen azlığı- kendini göstermeye başladı, yorgun itler gibi diller dışarıda soluklanıyoruz, akciğerler derin solunumdan yanıyor! Durgun olmasına karşın hava buz gibi ve  Toros Limited’in bu iş için bana özel olarak diktiği pofuduk, sarı- siyah kaztüyü ceket ile tırmanmama karşın sıcaklamıyorum. Bazı dik yerlerde anorağı çıkartıp belime sarıyorum ve öyle tırmanıyorum; hafif olmak için sırt çantamı ve termosumu 6400 kampındaki çadıra bırakmıştım. Mikro kafa lambam ve iki adet çikolata iç cebimde,  Grivel buz aletim elimde tırmanıyorum.

Ekip fena durumda değil. Kürşat tempodan sıkılmış, bıkkın bir ifadeyle tırmanıyor, Engin önceki gün 5850 metrede kar mağarası açmanın yorgunluğunu yaşıyor. Ben de neşeli hissetmekle beraber oksijen eksikliğini tadıyorum. 6750 metrelerde bu rotanın en zor etabı olan, 80 metre kadar uzunlukta dik bir kaya – buz karışık duvarın  tabanına ulaştık; üzerinde örümcek ağı gibi eski ipler var ve ve kaya bir sikke mezarlığı adeta. Buzlarla bezeli zorlu kaya uçurumunu soluk soluğa  bitirdiğimizde daha da belalısı karşımıza geliyor: dik kayalar arasına yalaklanmış, uzun ve batak karla dolu bir kulvar! Zaten esas yorgunluğu burada yaşadık, bitmek bilmeyen kar eğiminin batak, dipsiz karında debelenerek, iplere tutunarak kendimizi çekiyoruz, adım adım.. Nefeslenmek için şart olan ufak beklemelerde  geri dönüp  Tien- Shan’ın  vahşi, buzlu doruklarını seyretmekten kendimi alıkoyamıyorum.  Sanırım  rulolarca  dia çekmiş olmalıyım o gün.

Vakit öğleden sonra oldu, kayalı, karlı yamaç önümüzde hala yukarıya uzanıyor da uzanıyor. Takatten düştük biraz, konuşmalarımız kısa heceler halinde, boğazlar kurumuş.. Herbirimiz iç düşüncelerimize dalmış suskunca tırmanıyoruz. Zaman içinde bizimkilerin biraz önünde kaldım. Artık son sırtlar olduğu belli olan yerde yamaç yatarken  manzara iyice açıldı, çevre dağlara göre çok yüksekteyiz belli ki. Bizim önümüzden zirveye gidenler dönüyor artık, kimisi çıkamamış, kimi çıkmış, yorgun ifadelerle gelip geçiyorlar. Rolf ve durup durup kusan Misha da ‘ölesiye yorgun’ tavırlarla düşe kalka iniyorlardı, çıkışı başarmışlar. ‘Haydi oğlum artık geldik’ diyerek kendimi yüreklendirirken, 6950  metrede Yılmaz ve Uğur’a rastladım, zirveye çıkmışlar ve iniyorlardı. Uğur sessizdi, aslan Yılmaz’ım ise ‘Abi  azıcık yolun var, işte şurası!’ diyerek zirveyi gösterdi. Bu yeni coşku ile hızlanıp, on dakika sonra, tırmanış boyunca hep biraz önümüzden giden mor renk giysili bir Estonyalı kadın dağcıya yetiştim; eğimi yatan yamacın tepesinde, 1992 yılında bu dağa ilk çıkan Türk olan Nasuh’un zirve fotoğraflarındaki büyük metal üçayağı görüyordum. Yani Khan Tengri’nin zirvesi burası mı? Bittiğine inanamıyorum, 7000 metrelik dev bir piramidin en ucundayım! Boğazım kupkuru olduğu için yegane sevinç gösterim kendi kendime genişçe sırıtmakla sınırlı kalıyor. Estonyalı kadın dağcı inişe derhal başladı, bana da ısrarla ‘boğazını eliyle kesme işareti’ yaparak, aşağıyı işaret ederek  çağırıyor ve anında kayboluyor. Çok haklı; çünkü saat oldukça geç, 15.00 civarı olmalı ve  bu gidişle beldeki kampımıza inemeyip kesinlikle geceye kalacağız ama bizimkileri de beklemem gerekiyor..  Bu arada anladım ki,  zirveyi sembolize eden metal üçayak tam zirvede değil de,  20 metre altında ve 100 metre uzaktaki bir kaya çıkıntısında. Ben de kazmam elimde, gıcır gıcır buzlu bir yamacı kramponlayarak  360 derece manzara sunan esas zirve noktasına vardım. Tien Shan silsilesine akşamın gölgeleri çöküyor, güneyden bulutlar şahlanmış, uzaklarda Pobeda dağı bulutlar arasından görülebiliyor, Merzbacher gölü batıdan gelen sarı ışık ile uzaklarda  parlıyor. Bu muazzam manzarada, dev bir dağın tepesinde ufacık bir noktadan ibaretim sadece. Coşku ile karışık bir ürküntü ile bakıyorum çevreme,  bu buzlu dorukta  geçen dakikalar, belki de tüm yaşantımın en muhteşem anları.. Böylece 7000 metrede bir saat kadar bekledim ve değişen, güzelleşen ışıkta bol fotoğraf çektim.

Zirve üçayağına geri indiğimde Kürşat, Engin, Burçak ve Serhan oradaydılar. Sarılıyoruz, basit tebrik kelimeleri. Günbatımında  bulutlar ve zirveler, can çekişen  güneşin son  turuncu ışığıyla  yıkanıyorlar. Engin zorlukla uğraşarak yaktığı sigarasından derin bir nefes çekiyor ve bayılır gibi olup kara devriliyor! Ekipçe birkaç fotoğraftan sonra nihayet inişe başlıyoruz. Yolumuz çok uzun ve gözümüzde nasıl büyüyor, kim binlerce metre iple inecek şimdi, uçurumların ortasından? Dağın alt tarafındaki yamaçlardan kara, yoğun bir bulut hızla yükselip bizi içine alınca  günbatımının o huzurlu  pembe göğü birdenbire kapanıverdi. Saniyeler içinde basan tipi ve gözgözü görmez karanlıkta  kafa lambaları ile iplerden iniyoruz. Artık gece bastı. Tüm gün yanımıza uğramayan rüzgar, güneyden şiddetle bastırıverdi. Ortalık ‘can pazarı’, en ufak bir dikkatsizlik bizi bitirir. Dibi gözükmeyen karanlık  uçurumlara ipler boyu iniyoruz. İpleri el yordamıyla bulup kardan çıkartıyoruz, birçok yerde ip yok, tipide buzlamaya başlamış kayadan geri geri serbest inmemiz gerekiyor..

Nasılsa geceye kaldık artık, hiç acele etmeden, her adımı hesaplayarak atıyorum. İniş oldukça dik ve teknik ama  tırmanış kadar çaba harcattırmıyor. Batak kar kulvarını iplere tutunarak indiğimde, kaya duvarının tepesine varmıştım. Ama o da nesi, ipe takmaya uğraşırken, ipten inmeye yarayacak olan sekizli halkam elimden kayıverdi ve  giderek uzaklaşan metalik çınlamalarla uçurumda yitti, gitti.. Bundan sonra ipten inmek için yarım kazık bağı kullanmak veya  komando gibi ipi gövdemden sararak inmek zorundayım! Aslında önemi de yok, çünkü bu eski iplerde o kadar çok düğüm var ki, zaten iniş aleti de etkin olarak işe yaramıyor. İniş giderek riskli bir hal alıyor, karanlıkta hangi ipin sağlam, hangisinin çürük, ucu boşta olduğunu ayırdetmek çok zor. Yanlış ipten kazara inmek  hızlı bir ölüm manasına geliyor.. Eskimiş, lime lime olmuş ipleri kollarımdan dolayarak iniyorum, kazmam belimdeki emniyet kemerinde sallanıyor, çelikten kramponlarımın dişleri kayalara değdikçe karanlıkta müthiş kıvılcımlar saçıyorlardı. Zihnim adeta ütülenmiş gibiydi, tüm varlığımla  yaptığım hayati işe odaklanmıştım. Karanlıkta, yukarılardan ve uzaktan Serhan’ın küfürleri belli belirsiz yankılanıyordu. Belki de onları beklemem gerekirdi ama karanlıkta, tipide ne kadar süreceği belirsiz, hareketsiz bir bekleyiş fikri beni deli ediyordu. Hareket etmeliydim ki kafam meşgul olsun.

Birden karanlıkta Uğur ile  yüzyüze geldim –  oysa Yılmaz ile beraber çoktan inmiş olması gerekirdi. Burada ne arıyordu? Oksijeni eksilmiş kafamla sorunca, ‘Yılmaz’ın aşağıya devam ettiğini, onun da Serhan’lara yardıma geldiğini’ söyledi, oysa bu tür bir durum hiç yoktu. Onun da oksijensizlikten kafası karışık ve çok yorgun olsa gerekti. Yukarı devam etmeyip benimle beraber inerken kafa lambası olmadığı için ona ışık tutmamı istedi, oysa ben de kendi önüme  bakmak zorundaydım, bu nedenle bağırıp çağırmaya başlayınca münakaşa edip ayrıldık. Bitmez gibi gelen bir zaman diliminde, artan ve zemini bembeyaz yapan kar yağışı altında son duvarı da iple inerek  6400 kampına vardım. Ardımdan herkes aralıklarla geldi. Bir ara Serhan’ın Uğur’a ‘Hepimiz öleceğiz!!‘ diye bağırdığını anımsıyorum.. Durum oldukça vahimdi; terkedilmiş, tabanı açık, iki kişilik bir Rus çadırının içinde gecelememiz, yani dağcı dilinde ‘bivak yaparak’ geceyi geçirmemiz gerekiyordu çünkü bu kötü havada ve  ağır yorgunlukla inişe devam etmek, kazaya davetiye çıkartacaktı. Ancak suyumuz ve yiyeceğimiz, uyumak için tulum ve matımız hiç yoktu. Yüksekliği diz hizası olan çadır özürlüsü branda barınağın içine altı kişi zorlukla tıkıştık, her hareket işkenceydi, eller, kollar, dizler birbirimize çarpıyor, yorgunluktan kaslara kramp giriyordu.. Çadırın nefesimizle buzlanmış brandası yüzümüze pis pis değiyor, çadır içinde en ufak bir harekette bile buzlar tepemize kar gibi yağıyordu.. Fakat en azından  dışarıdaki azgın tipiden korunuyorduk ve birbirimize sokulduğumuz için ılıktık. Geceyi görece rahat geçirmek için biraz hazırlık yaptım: çantamın  matlı sırtını altıma serdim, plastik bot dışlarını çıkartıp bacaklarımın altına koydum, kalın polartec ceketimi ayaklarıma sardım ve büyük kaztüyü ceketin kapşonunu çekince, iyi geceler! Herkes aynı şekilde sarılmış sarmalanmış olarak  geceyi geçirdik, fena uyumamışım. Tam bir ironi: 6400 metre o güne dek yattığım en yüksek irtifa ve  zorunlu geceleme!

Gün ışıdığında karakalemle çizilmiş gibi gri ve taze karlı bir ortama çıktık ve kramponları takıp inişe başladık. Mat, kasvetli dünyada çok aşağılardaki buzullar yılan gibi kıvrılmışlar, inceden kar yağıyor.. Ayyaşlar gibi sağa sola yalpalayarak, güçsüzce iniyoruz, her adımda duruyoruz. Böylece iki saatte bele vardık ve kampta bekleyen Yılmaz ile Gülay’a kavuştuk. Dün geceki tipi nedeniyle bizi çok merak etmişler, açıkta geceleyeceğimizi bilerek. Çadırda ilk işimiz  bol sıvı almak oluyor. Ancak biraz ısınıp birşeyler yiyip içince kafamıza  tak ediyor; başardık..!

 Tırmanışın sonunda macera tam gaz sürüyordu: Zirveye çıkmanın yorgunluğundan ve geçirdiğimiz kötü geceden betona dönmüş bacaklarla, açlıktan içe geçmiş midelerimizle, taze kar altında dağcıyı yutmak için bekleyen dipsiz buzul çatlaklarına düşmemek için iple birbirimize bağlı olarak Semenovsky buzulundan iniyorduk. Tam tepemizdeki Chapayeva zirvesinin yamacından mide bulandırıcı, nabzı tavana vurduran bir çatırtı koptu. Eğreti tutunduğu dik yamaçtan kurtulan buz parçalarının tetiklediği dev bir çığ bize doğru  geliyordu! ‘İşte’ dedim içimden, ‘Öleceğimiz an kesinlikle bu, son saniyem geldi çattı!’ Dizimize kadar batak kara saplanmış, bize doğru giyotinin bıçağı gibi inen kesin ölüme bakakalmıştık. Saniyeler geçmek bilmiyordu ve herşey yavaş çekimdi. Diğer dostlarımız tepede korunaklı bir yerden bize bağırıyorlardı ancak Kürşat, ben, Burçak ve Engin tam çığın yolundaydık. Hepimiz ayrı bir yöne kaçmak üzere davrandık ama iple birbirimize bağlıydık; hem aptalca bir koşuşma derin bir çatlağın dibinde sonlanabilirdi.. Çığın beyaz bulutu, önünde hiçbirşeyin duramayacağı korkunç bir ivme ile, kan donduracak kadar güçlü şekilde kükreyerek bize doğru geliyordu. Ne yapılabilirdi? Ufak bir buz bloğunun  ardına sığınarak  kaçınılmaz sondan korunmaya çalıştık. Ancak mucize kabilinden, yuvarlanan dev buz blokları bize 50 metreden az kala durdu ve toz kar bulutu bizi yalayıp geçti. Kurtulmuştuk ama nasıl? İnsanın dizleri titriyor doğrusu. Gerisi, hayata devam etmenin  dayanılmaz hafifliği ile beraber Ana Kampa kadar olaysızca geçti.

Bundan tam  sekiz yıl sonra, 2004 yılında  Khan Tengri’ye döndüğümde, arkadaşım Efecan Aytemiz ile aynı yerden tekrar geçmemiz gerekti. Efecan içten gelen bir hissiyatla, tırmanışa devam etmeyerek geri dönmemizi istedi. Döndük ve ertesi gün burada değişik milletlerden 18 kişi buz çığı  altında kalarak can verdi.. Nasip veya kısmet  demek kadar basit mi? Veya sıra meselesi mi? Veya tabancada daha çok kurşunla Rus Ruleti oynamak mı? Ruletin farklı çeşitleri var, çığ onlardan sadece birisi. 1996 ekibindeki Kürşat ve Uğur’u geçen zaman diliminde maalesef dağda kaybettik.

Khan Tengri zorlu ve güzel bir tırmanış sunmuş, bizim o şahane zirvesine çıkmamıza izin vermişti. Khan Tengri, sonraki yıllarda Türk  dağcılarının sık gittiği ama zirvesine az ulaştığı bir zirve olmaya devam etti. Bu tırmanış benim için büyülü bir dünyanın, yüksek dağların eşsiz dünyasına açılan kapının anahtarı olmuştu. O an bilmesem de, ömrümün en büyük yolculuğu bu tırmanışla başlamıştı..

 

Bu yazı yorumlara kapalı.